BIST 10.919
DOLAR 42,53
EURO 49,63
ALTIN 5.778,92

Plakası Yabancı, Yüreği Yerli

Trafikteyim.
Yan şeritte bir araba.
Plaka yabancı. DE, FR, CH, NL…
Ama dikkatimi çeken plakası değil.
O arabanın sürüşü.
İstikrarlı gidiyor. Ne zikzak yapıyor ne de kornaya abanıyor.
Sakin, sabırlı, saygılı.

Yan aynadan sürücüye bakıyorum.
Çocuklar arkada… Eşi yanında.
Arabanın camında küçük bir Türk bayrağı.
Yüzünde memleket havası.

Bu insanlara çok haksızlık ettik biz.
Almancı dedik.
Döviz makineleri gibi gördük.
Şakalı ama küçümseyici laflar ettik.
Oysa onlar sadece para biriktirmedi.
Aidiyetlerini, kültürlerini, aile bağlarını da taş gibi korudular.
Ve asıl önemlisi:
Batı’nın rahatına, konforuna rağmen "dönmeyi" hep hayal ettiler.

Fransa’nın kaldırımı geniş ama gönülleri dar.
Almanya’nın yolları düz ama bakışları eğri.
İsviçre düzenli ama mesafeli.
O yüzden de bu insanlar asla “oradanmış gibi” olmadı.
Asimile olmadılar, olamadılar. Olmak istemediler.

Çocuklarına hala dedelerinin köyünü, annelerinin tarhanasını, amcalarının mezrasını anlatıyorlar.
Ve evet, o köylere, o kasabalara birer ev yaptırıyorlar.
Her yaz, çocuklarının elinden tutup Türkiye’ye getiriyorlar.
Zaten o yüzden şu sıralar yollar onlarla dolu.

Gurbetçiler trafikteki gibi yaşıyorlar aslında:
Düz çizgide ilerliyorlar.
Kimseyle didişmeden, saygıdan sapmadan.
Kornasız, kavgasız.
İçlerinde özlem var.
Bastıkları toprak refah dolu olabilir ama o topraklar hiçbir zaman “vatan” olmadı onlara.

Birileri "Doğduğun yer değil, doyduğun yer vatanındır" dedi ya…
İşte onu çürüten, o tezi yıkan insanlar bizim gurbetçilerimiz.
Çünkü onlar doydukları yerde yaşarken bile hep doğdukları yeri yaşattılar.

Saygı duymak lazım.
Gurbetin yorgunluğunu taşıyıp bu ülkeye “özlemle” gelen herkese.
Hem dövize değil, özveriye bakan gözlerle bakmak lazım bu insanlara.

Ve itiraf etmek gerek:
O plakalar bize sadece para değil, karakter, aidiyet ve vefa taşıyor.
O yüzden…
Trafikte gördüğüm o gurbetçi arabalara artık daha farklı bakıyorum.
Çünkü plakası yabancı olabilir…
Ama yüreği yerli.

Kime Kızıp Kime Küstünüz?

Başörtüsüyle Mesaj Verilmez Ama…

Son günlerde çok tanıdık bir refleks yeniden sahne aldı.
Diyanet hutbesine kızan bir yazar, “başörtümü çıkarıyorum” dedi.
Gerekçe?
Diyanet’in Cuma hutbesinde kadına dair söyledikleriymiş.

Peki bu tepki neye yarar?
Bir inancı mı savunur, bir mesaj mı verir?
Yoksa sadece karışık bir denklemden, kararsız bir imaj mı çıkarır?

Başörtüsü bir inancın simgesidir.
Modanın, siyasetin, protestonun değil.
İçselleştirilen bir ibadetin, teslimiyetin, kulluğun sembolüdür.
Onu takarken de çıkarırken de samimiyet gerekir.

Ama gelin görün ki,
Yıllardır bu ülkede başörtüsü bir sembol olarak istismar edildi.
Bir dönem yasaklanarak...
Bir dönem kutsanarak...
Bir dönem de tam da şimdi olduğu gibi protesto aracı yapılarak.

Birileri başörtüsünü “iktidar yandaşı aksesuarı” gibi görmeye başladı.
Birileri de ona “yürüyen muhalefet bildirisi” misyonu yükledi.
Ne yazık ki her iki yaklaşım da başörtüsüne zarar verdi.

Diyanet’e kızdınız diye başörtüsü çıkarılır mı?

Devlete, sisteme, hutbeye, görevliye tepkiliyseniz bunu yazarsınız, söylersiniz, eleştirirsiniz.
Ama başörtüsüne ceza kesilmez.

Dahası var:
“Eğer bir gün başörtüsü zorunlu olursa, ben açarım başımı”
diyen birinin inancındaki zemin zaten baştan kaygılıdır, kaygandır.
Tövbe haşa, Allah’la şartlı iman mı olur?
“Şunlar şunlar olursa, ben de sana inanırım ya da ibadet ederim” diyemezsin.

İslam’da “protesto kulluğu” yoktur.
“Kızarsam çıkarım, barışırsam takarım” gibi bir pazarlık yoktur.
Teslimiyet vardır. Samimiyet vardır.

Ayrıca şunu da ekleyelim:
Başörtüsü sadece kadının değil toplumun da meselesidir.
Kadınları yargılayan bakışlara karşı da…
Onu araçsallaştıran entelektüel kibirlere karşı da korunmalıdır.

Gerçekten örtünen, inancıyla barışık olan kadınların huzurunu kimsenin bozmaya hakkı yoktur.
Onları sürekli “geri kalmış, bastırılmış, kandırılmış” ilan etmekle bir yere varamayız.
Aynı şekilde...
Başörtüsünü çıkaran her kadını da “hain” ilan etmek, İslam’ın ahlakına sığmaz.

Ama burada asıl mesele şu:
İnancı, düşünceyi, ibadeti; "mesaj vermek" için değil,
"Allah’a kulluk etmek" için yapanlarla,
protesto nesnesi haline getirenler arasındaki fark büyüyor.

Başörtüsü bir mesaj değil.
Bir duruştur.
Ve bu duruş, kızgınlıkla yön değiştirecek kadar sığ değildir.

Bir kez daha soralım:
Kime kızıp, neyi terk ediyorsunuz?

Biraz durup düşünün.
Ve lütfen...
Başörtüsünü mesaj panosuna çevirmeyin. İslam’da mesele kelle sayısı değildir.
Temel olan kalptir.
İhlastır.
Teslimiyettir. Yani Müslüman olmak, iktidara, muhalefete, hutbeye göre şekil değiştiren bir ruh hali değildir.


Sadece Torunluk Yetmez, Liyakat Gerek

Abdülhamid Han’ın torunu olmak, kendiliğinden bir ayrıcalık, bir makam, bir liyakat göstergesi midir? Torun olmanın ağırlığıyla, dedenin tahtına, adına değil kendine kariyerini inşa etmeye çalışmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu’nun sahte diploma ile yakalanması, aslında sadece bireysel bir sahtekârlık değil; sistemsel bir zafiyetin de aynasıdır. Zira bu diplomayı veren, onaylayan, “ehliyetlidir” diyerek kamuya sokan bir yapı varsa; bu sadece bir şahsın aldatmacası değil, kurumsal çürümenin de kanıtıdır.

Diploması sahte çıkan birinin “Dedemi çekemeyenler şimdi beni çekemiyor” demesi ise trajikomik bir özgüven patlamasından başka bir şey değildir. Bu açıklama, bir sülalenin tarihî itibarını magazinleştirmekten öteye geçmiyor.

Asıl mesele şu: Eğer bir kişi sadece bir soyadıyla “şehzade” muamelesi görüyorsa ve o soyadına sığınarak sahte diplomayla prestij kazanıyorsa, o zaman liyakat dediğimiz kavramın toplum nezdindeki karşılığı tartışmaya açılır. Hele ki bu sahte diplomalarla kamu kurumlarına giren, akademik kariyer edinen, vekil olan, danışmanlık yapanlar varsa... Onlara alan açan, referans olan, 'bizdendir' diye arka çıkan herkes bu utancın ortağıdır.

Devlet; torunlara değil, ehline, liyakat sahibine emanet edilir.

Abdülhamid Han devleti bir ilim, irade ve istihbarat devleti olarak kurdu. Onun mirasına gerçekten sahip çıkmak isteyenler, diplomasını sahte değil emeğiyle alır; torunlukla değil, karakteriyle konuşur.

Sözün özü: Bu memleketin geleceği, dedelikle değil; emekle, alın teriyle, eğitimle kurulacak.

Abdülhamid Han, torunu olduğunu söyleyenlerin haline değil; torunluğa sığmayan bu gaflet ve suistimale üzülüyordur.

Toprak altındaki sessizlik, yukarıdaki sahtekârlıklara tanık olunca daha da derinleşiyor.