Paranın Değil, İnsanın Değeri: Serkan'ın Ölümü
47 yaşındaki Serkan’ın Ankara Güven Hastanesi’nde, tedavisi maddi gerekçelerle yarım bırakıldığı için hayatını kaybetmesi, Türkiye’de sağlık sisteminin ve daha geniş anlamda toplum yapısının acı bir fotoğrafıdır.
Bu trajedi, bireysel bir ihmalkârlıktan öte, sağlık politikalarının ve piyasalaşmış yaşam anlayışının bir sonucudur.
Sağlık hizmetlerinin ticarileştirilmesi, insan hayatının piyasa koşullarına tabi hale getirilmesi demektir. Serkan’ın ölümü, sistemin "hastayı müşteri" olarak gören yaklaşımının doğal bir neticesidir. Bu olay aynı zamanda sınıfsal bir meseledir. “Parası olan yaşarken, yoksul olan ölsün” demenin adıdır. Hastane önünde parasızlıktan can vermek "yaşama hakkı" bile artık parayla satılmaktadırın fiili yansımasıdır.
Serkan gibi binlerce isimsiz kurban toprak altında…
Bugün Serkan’ın ölümü, bir hastanenin ihmali, aynı zamanda bir sistem sorunudur. Bu ölümler, kader mi? Yoksa sağlık sistemindeki sistemsizliğinin sonucumu? Her ölüm, sustuğumuz her an, bu adaletsizliğe verilmiş bir onaydır. Bir toplum, en zayıf, en savunmasız bireylerine nasıl davrandığıyla ölçülür. Serkan’ı koruyamayan bir sağlık sistemi, hiçbirimizi koruyamaz.
Güven Hastanesi, Serkan’ın tedavisini, maddi gerekçeler öne sürerek yarım bıraktı. Sonuç mu? Serkan, beyin kanaması nedeniyle hayatını kaybetti.
Sağlık gibi kutsal bir alanda, insani değerler ve vicdani sorumluluklar paranın gerisinde kalmamalıydı. Tıp etiği, acil durumlarda hastaya derhal müdahale edilmesini şart koşarken, Güven Hastanesi bu temel ilkeleri hiçe sayarak geri dönüşü olmayan bir trajediye sebep oldu.
Serkan’ın hayatı, banka hesabına, cüzdanına indirgendi. Sağlık hizmetleri, öncelikle insan onuruna saygı ilkesine dayanmalı.
Yaşanan olaydan dolayı sorumlular hesap vermeli, bu tür ihmallerin tekrarlanmaması için gerekli adımlar acilen atılmalı ve hukuki yaptırımlar uygulanmalıdır.
Unutulmamalıdır ki sağlık bir ayrıcalık değil, herkes için temel bir haktır.
Rüya, Dua ve Toplumsal Şuur
İnsanlık tarihi boyunca bilinmez karşısında diz çöken insanın en büyük silahı olmuştur dua. El açarız, gözümüzü kapatırız ve umarız ki gökten mucize insin.
Cübbeli Ahmet Hoca'nın “Depremi rüyamda gördüm, dua ettim ki İstanbul daha az zarar görsün” sözleri Cübbeli gibi tanınmış bir figürün, sokaktaki vatandaş için adeta “Allah’tan gelen bir mesaj” gibi algılanması akıllara ziyan bir durumdur.
"Bize Bir Dua, Yeter"
Dua sadece bireysel bir yakarış değil; aynı zamanda “vicdan temizliği” aracıdır.
Deprem mi geliyor? Dua edelim.
Ekonomi mi kötü? Dua edelim.
İşsiz mi kaldık? Dua edelim.
Bir gün, sadece dua ederek gökdelenlerimizi kolonlarından güçlendirirsek hiç şaşırmayacağım.
Türk toplumunun hafızasında deprem denilince akan sular durur. Ancak tedbir alınacak mı denilince, akan sular sele dönüşür ve konu unutulur. 1999 depreminden sonra büyük laflar edildi, yasalar çıkarıldı, planlar yapıldı. Sonuç? Hâlâ “Bize bir rüya gelir de kurtuluruz” beklentisi.
"Tedbir Yoksa Dua da Yarım Kalır"
Dini açıdan: Allah’a dua etmek elbette önemlidir. Fakat İslam dini aynı zamanda sebeplere sarılmayı, çalışmayı, tedbir almayı da emreder. Dua ile önlem alınmazsa, dua sadece vicdan rahatlatma seansına dönüşür.
Sosyolojik açıdan: Felaket öncesi panik dalgası, genellikle “hayırlısıyla atlatırız” temennisiyle kapanır. Oysa sosyoloji diyor ki: Önlem almayan toplumlar, felaketlere dua ederek değil, beton yığınlarının altında kalıp acı çekerek cevap verir.
Dua tamam, ama kaderin de bir şartı var: Çalışmak!
Evet, dua edelim.
Evet, tevekkül edelim.
Ama önce sağlam zeminlere, sağlam binalara, sağlam akla yatırım yapalım.
Çünkü “deprem” sadece uyuyan toprakları değil, ihmal ve gaflet içinde uyuyan toplumları da uyandırır Cübbeli Hoca.