BIST 10.538
DOLAR 32,28
EURO 35,03
ALTIN 2.473,01
HABER /  GÜNCEL

Leyla Umar'dan olay açıklamalar

Medya dünyasının yaşayan tarihi Leyla Umar'ın Nuriye Akman ile yaptığı söyleşinin son bölümü çok ses getireceğe benziyor. İşte Umar'ın olay yaratacak açıklamaları...

Abone ol

Leyla Umar'ın Zaman Gazetesi'nden Nuriye Akman'a verdği röportaj bugün de devam etti. Umar; Ergun Babahan ile neden kavga ettiğini, Sabah'tan çıkışının Bilginler tarafından nasıl verildiğini, Dinç Bilgin'i hapisten kurtarmak için Ecevit'e kutu kutu ballar götürdüğünü anlattı... İşte röportajın son bölümü... Dinç Bilgin’i kurtarmak için Ecevit’e kutu kutu bal götürdüm Çok önemli işlere imza attınız. Fakat insanları hiç sorgulamadınız. Hep onları sevdiniz ve övdünüz. Hiç mi eleştirilecek yanları yoktu? Çok haklısın. Bu anlamda iyi gazetecilik yapmadığımı biliyorum. Bazı istisnalar dışında ben bir adamın ülkesine zararlı olduğuna eminsem onunla röportaj yapmaktan hoşlanmıyorum. Mesela Süleyman Demirel cumhurbaşkanıyken, Tercüman Gazetesi'nin sahibi Kemal Ilıcak'a ‘örtülü ödenek'ten 60 milyon dolar vermesini eleştirenlere “Verdimse verdim, ne olmuş?” dedi. Üstelik Yeniköy'deki Sait Halim Paşa Yalısı'nı, genç Ilıcak'a disko yapma iznini de verdi. Orayı bir gece görmeye gittiğimde, o harikûlâde binanın içindeki kayıtlı eşyaların halini gördükten sonra Demirel'e saygı mı sunacaktım? Yine de araştırmacı, sorgulayıcı bir gazeteci olmayı tercih edebilirsiniz. Bunu sevgiye açlığıma bağlayabilirsiniz. Çünkü çok acı çekmişsiniz. Sevgisiz kalmışsınız... Evet, duygularımı hissedebiliyorsun. Kim olursa olsun, sevgisinden mahrum kalmaktan ödüm kopar. Bir nevi sevgi dilencisiyim. Beklediğimi alamazsam kahroluyorum. Ve gerginleşiyorsunuz. Gerginleşip de ne yaptığımı sanıyorsunuz? 18-19 yıl önce Amerika'dan döndükten sonra İdi Amin'den kazandığım paranın bir kısmıyla, o zaman hiç kimsenin önem vermediği Ortaköy'de rahmetli dostum Çelik Gülersoy'un önerisiyle bu evi 𔃷 milyon TL'ye satın alıp yeniden yaptım. Tek amacım; Ortaköy'ün tarihî dokusu bozulmadan bir sanat ve değişik yemek kültürlerinin sunulduğu cazip bir yer olmasıydı. Ama, para kazanmaktan başka hiçbir amacı olmayan birtakım esnaf burayı yaşanmaz hale soktu. Savaş Ay'ın köşesinde yayınlanan esnafın yazdığı mektuba göre kafalarına su döküyormuşsunuz? Bırakın terbiyesizliği, benim insanların kafasına herkesin gözü önünde su sıkacak kadar aptal olduğumu mu sanıyorsunuz? Her gün ağaçlarımı sulamak en büyük zevkimdir. Kurumasından korktuğum iri bir dala su verirken birkaç damla suyun aşağıdaki restoranın (ki arkadaşlarıma aittir) boş masasına damladığını söylediler. Savaş Ay'ın ne benimle ne de esnafla görüşmeden sayfasında bastığı o komik mektup beni tanıyanları da güldürdü. Adını bile o güne kadar bilmediğim bir adamın açtığı Yazarlar Lokantası, her yaz 3 tane kocaman saksısıyla benim evimin merdivenlerinin yarısını kaplar; sırf 2 fazla sandalye ilave edecekler diye... Ben de garsonlarına her yaz saksıları kaldırmalarını rica ederim. O mektubu yazmalarına neden olan pazar günü, kalabalık bir dost grubunu yemeğe davet etmiştim; yine saksıları almadığını görünce garsona hemen kaldırmasını söylerken sahibi fırlayıp yanıma koştu; içkili olduğu belliydi: İlk sözü: “Sen buradan yok olunca benden sorsunlar. Zaten yaşıyorsan eski kocan Refik Erduran'a borçlusun.” gibisinden tehdit dolu sözler savurdu. Sabah'tan niçin ayrıldınız? Milliyet'te 23 yıl çalışıp emekli oldum. Ancak hiçbir sosyal hakkımı alamadım. Ardından 14 yıl süreyle serbest gazetecilik yaptım. Yaşadığım çok güç, çok onur kırıcı pazarlıklar sinirlerimi bozuyordu. Özellikle Çetin Emeç'ler... Bir gün Dinç Bilgin İzmir'den aradı beni; Yeni Asır'ı göstermek istiyordu. Tanıdığım günden beri saygı duyduğum Güngör Mengi ile beni kapıda karşıladılar. Gazeteyi gezdirdi ve İstanbul'da daha büyük bir gazete açma hazırlığında olduklarını söylediler. Yazılarımın karşılığını bulursam tabiî ki onlara vereceğimi söyledim. İki yıl sonra Sabah kuruldu ve ben gazeteciliğine hayran olduğum Zafer Mutlu'ya hemen hemen tüm özel röportajlarımı vermeye başladım. Ama “kadroya” girmemek şartıyla. Nedense Bilgin ailesi ve Zafer, bu kadro işinde çok ısrarcı oldu; ben de girdim. Kadroya girerken nasıl bir maaş talep etmem gerektiğini iki arkadaşıma sordum. Hiç unutmam Besim Tibuk ve Mustafa Süzer ağız birliği etmiş gibi: “Sabah'ta 150 bin dolar alanlar var. Eğer 10 binin altında bir maaş talep edersen senin aklınla alay eder patronlar.” diye tembihlediler. Ama bana ne düşündüğüm sorulunca ağzımdan 5 bin dolar çıktı. Fakat kısa bir süre sonra dolar kuru değişikliği benim maaşımı bin dolara indirdi. Sıkıntımı birkaç kere hem Zafer Mutlu'ya, hem Dinç Bilgin'e utana sıkıla, bazen şakayla söyledim. Derhal düzeltileceği söylendi; ama olmadı. Buna rağmen Dinç Bilgin “Ceketimi alıp gidiyorum” diye bir mektup yayınlayınca günlerce ağlamama herkesten çok ben şaşırdım. Haberi var mıydı ağlamanızdan? Görmeyen kalmadı. Zaten “Savaşa geliyorum” diyerek gazeteye dönünce çok sevindim. Bir süre sonra hapse, arkadan hastaneye yatınca çok üzüldüm. Oğlu Önay, eşi Zeynep'i tahminlerin fevkinde seviyordum. Onların hatırını kıramayıp 6-7 kere Ecevit'i ziyaret ettim. Eski arkadaşım olduğu için Ankara'ya her gidişte kahve içmeye uğrardım. Ama bu ziyaretlerimde maaşlarını alamayan arkadaşlarımın hatırı ve Dinç Bey'in serbest kalması için yardım istedim. Her gidişte “çok zayıf olduğu için” bir kavanoz bal götürmeyi âdet edindim. Sonunda Ecevit, 'Senin ballarla doldu ev.' deyince incir reçeli alıp götürdüm. Bunu gören Önay ve çocuklar kahkahalarla gülüp, alay ettiler benimle. Ay siz iflah olmazsınız! Bunu biliyorum ve o yüzden kendimi ben de affetmiyorum. Zafer ve arkadaşları topluca ayrılırken gitmemeleri için nasıl yalvardığımı görseydiniz, kendi çocuklarımın beni terk ettiğini zannederdiniz. Giden gitti; ben kaldım. Tıpkı Ali Kırca'nın ayrılışında olduğu gibi Önay gözleri yaşlı “ne yapacağız” diye oradan oraya koşuyordu. O sırada 3. kattaki odamın yanından geçerken küçük bir odada Ergun Babahan'ın dergi karıştırdığını gördüm; ne yaptığını sordum. Ankara'nın Akşam bürosundan İstanbul'a geldiğini, ne yapacağını henüz bilmediğini söyledi. Hemen Önay'ın yanına koştum: “Bak” dedim, “Ergun daha önce bu işi yaptı, kovduğunuzu unutun; içerde iş arıyor.” dedim. Murat Birsel için de aracı olmuştum; Ali Kırca gidince panik içindeki Önay'a baba dostu Murat'ın düşünmeden NTV'deki programlarını bırakıp, gelmesine aracı olmuştum. Ama ATV'den çıkarıldığını Murat internetten öğrendi. Neyse, Ergun bir anda kendisini genel müdür koltuğunda buldu. Ergun'la nasıl bozuştunuz? Ben Ergun'a orada oturmasına neden olduğumu tek bir gün söylemedim. Hem tebrik, hem de kutulardaki eşyalarımı aşağı katlarda ufak bir bölmeye yerleştirdiğimi söylemek için odasına gittim. Ergun buz gibi bir sesle: “Siz bana sormadan nasıl yer ayarlarsınız?” deyince önce şaka sandım. Ciddi olduğunu görünce, “Sen delirdin mi?” diye bağırdım. Odada Ahmet Örs vardı, benim bayılacağımı sanmış. Ergun koltuğuna daha da yayıldı. “Siz benim genel yayın yönetmeni olduğumu unuttunuz galiba.” deyince, “terbiyesiz” diye bağırmaya başladım. Kapıyı açıp herkesin duyması için daha ne kadar sıfat kullandığımı hatırlamıyorum; ama “Sen burada oldukça ben yazı yazmam.” dediğimi hatırlıyorum. Dinç Bey dışında Bilgin ailesi, hepsi içtenlikle orada kalmam, yazı yazmam için 3 ay süreyle yalvardılar. Ama ben hep “Bakın” diyordum, “Sizin şu kritik durumda benim yüzümden Ergun'u çıkarmanızı asla talep etmem. Ama terbiyesizlik eden biriyle de çalışamam. Sizden tek ricam ya sizin ya da benim evimde bir akşam yemek yiyelim; dostça ayrılalım.” diye âdeta yalvardım. Maalesef bu ricam yerine getirilmedi. Bir gün Oya ve Bülent Eczacıbaşı'nın evinde öğle yemeği yiyorduk. Telefonum çaldı, gazeteden Muhasebe Müdürü Şakir Bey, cümlesine başlarken ağlamaklı bir sesle nihayet: “Leyla Hanım, Dinç Bey sizin çıkışınızı vermemi bildirdi.” Zavallıyı teselli etmek bana düştü. Bülent'le Oya tek bir satırla işime son verilmesi karşısında bir süre donup kaldılar. Gözlerinin yaşardığını görünce onları da teselli etmek bana düştü. Bilginler'in vefasızlığına o kadar üzüldüler ki, bir hafta sonra beni nefis bir Prag gezisine götürüp çocuklar gibi eğlendirdiler. Döndüğüm zaman sabah erkenden telefonum çaldı: Zafer Mutlu, “şen şakrak bir sesle” sabah kahvaltısına gelmek istediğini söyledi. Herhalde kapımdan telefon etmişti ki, elinde kahvaltı paketiyle içeri girdi. Tabiî hiç düşünmeden Vatan'a gittim. Ve şimdilik mutluyum... 25 yıl önce Castro’ya âşık olurdum Castro'ya âşık mı oldunuz? Bu soruyla sık sık karşılaşıyorum. Ama doğrusunu söyleyeyim; 30-40 yıl önce tanısaydım muhakkak olurdum. Onun ülkesine olan tutkusunu, halkıyla sıcak ilişkisini, inanılmaz kültürü ve espri kabiliyetini görenlerin benimle aynı hissi paylaşacağından eminim. Birkaç yıl önce Küba'dayken Ayşenur Arslan, Serpil Yılmaz ve Duygu Asena'yı Fidel'le tanıştırdıktan ve onunla bir iki dakika konuştuktan sonra neler hissettiklerini sorsana... Dışarı çıktıktan sonra yarım saat kendilerine gelemediler heyecandan... Sonra Türkiye'nin Güney Amerika'daki elçilerinden birinin eşi Canan Türkmen, 27 yabancı elçinin eşiyle birlikte Castro tarafından çaya davet edildiğini anlatırken, “Bir saat bizimle görüşen Castro hepimizi öyle büyüledi ki dışarı çıktığımızda herkes ağlıyordu.” demişti. Küba'nın hiç mi sorunu yok? Olmaz olur mu, ben orada yaşanan her şeyi onayladığımı mı yazdım? Ben Castro'nun ülkesini Batista'dan kurtardıktan sonra eğitime verdiği önemi, parlak zekâsını, halkın ona olan ilgisini, gözümle gördüğüm inanılmaz yenilikleri yazdım. Bütün dünya gazetecilerinin peşinde koştuğu bir liderin kendi ağzından dinlediğim yaşam öykülerini yazmayı, ona hakaret edici sorularla susturmaya tercih ettim. Amerikan basınının ileri gelenleri bile onunla yaptığı röportajlarda Castro'nun sevimli yönlerini yazıyorlar. Röportaj yaptığınız insanların da sevgisini talep ettiğinizi düşünüyorum. Haklısın. Ama biz Atatürk'ü nasıl sevdiysek halkının Fidel'i aynı hislerle sevdiğine tanık oldum. Elbette benim de hoşlanmadığım, birtakım yasaklardan bunalan Kübalılar da var; zaten onlar kaçmak için ölümü bile göze alıyorlar. Ama gücü elinde tutan her yöneticinin maalesef Fidel'den çok daha kötü şeyler yaptığına tanık olmuyor muyuz? Babam Selanik kökenli, dönme olabilir Leyla Hanım, siz dönme misiniz? Babam Selanik'te doğmuş, dönme olma ihtimali var. Buraya gelmiş, çocukken. Hiç akrabası yoktu. Babası, annesi, kardeşleri ölmüş, evleri yanmış. Burada kendi başına liseyi bitirmiş. Annem İzmirli. Eczacıbaşılar'la kardeş torunları. Babamla evlendiğinde 16 yaşındaydı. Kaç sene sonra, bu Selanik, dönme lafları çıktı ya, anneme sordum. Dedi ki; “Baban o kadar haysiyetli, o kadar iyi bir insandır ki, ben onun hiçbir kimsesi olmadığına inanamıyorum. Ama baban herhalde bunun bilinmesini istemiyor. Belki de dönmeydi; ama üzülür, rencide olur diye sormadım.” O zaman öğrendim ilk defa. Samsun'da çok Selanikli vardı. Onlarla tenis oynarmış annem. Demişler ki anneme; “Bizi istemediklerini bildiğimiz için, hep kendi aramızda evlene evlene ırkımızı gelenek halinde getirdik.” Sonra bir gün Abdi İpekçi'ye dönme olup olmadığını sordum. Hayatımda unutmayacağım, Abdi'nin gözlerinden yaşlar aktı. “Amcam, babam, hepsi Selanikli. Fakat ben bunların böyle ayrı bir dini yaşadıklarını görmedim. Benim babamın dönme olmasında benim ne suçum var?” diye ağladı. Ve vasiyet etti, ben öldüğüm zaman asla o mezarlığa götürmeyin, Müslüman mezarlığına götürün diye. Bu konuda iki de tanığım var. Babam öleli elli seneye yakın oluyor. Ben şimdi, soyumu sopumu niye araştırayım? Bana ne, babam Yahudi olsa ne olur ayol. Müslümanlık nasıl algılanırdı ailenizde? Annem, kolejde okumuş, şapka giyen çok modern bir kadındı; ama her banyodan sonra, beyaz bir örtü örter, Kur'an okurdu. Ben de karşısına geçip gülmeye başlardım, güldüreyim onu diye. “Çekil oradan terbiyesiz.” derdi. 15 yaşımdaydım. Babam bir gün dedi ki: “Bak kızım Leyla. Herkes bir şey söyler din için.” dedi. “Sana Türkçe Kur'an'ı getiriyorum. Oku, kendin kararını verirsin.” Ben okudum, hiçbir şey anlamadım. Çok kötü bir tercümeydi. Hayatımda hiçbir din adamına kırılmadım. Bilakis çok yakınıyım. Hakiki dindara saygım sonsuz. Allah'a her gün dua ediyorum. Ama Türkçe.