BIST 10.644
DOLAR 32,20
EURO 35,01
ALTIN 2.500,70

Brüksel’de insan yağmuru

Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen “Dersim Konferansı” bitmiş, evli evine köylü köyüne gidiyor. Katılımcılar değişik saatlerde, geldikleri kentlere doğru yola çıkıyorlar. Avrupa’nın yakın kentlerinden gelenler demiryolu veya karayolu ile Brüksel’den ayrılıyorlar.

Türkiyelilerin ise hava yolundan başka seçenekleri yok.

Konferansın en renkli sunumlarından birini yapmış olan Ufuk Uras, sabah kahvaltısından hemen sonra yola çıkmış. Uras o kadar ilgi çekici şekilde konuşuyor ki, örnekleri o kadar etkili ki, bu konuşmaların yazılı hale getirilip toplanmaması, kayıp olur. Yayıncılara minik bir tüyo veriyorum: Ufuk Uras’ın konuşmaları kesinlikle çok okunanlar arasına girecek bir kitap olur!

Türkiye’den gelen konuşmacılar (Oral Çalışlar, Derya Sazak, Prof. Dr. Doğu Ergil, Sema Kaygusuz) kent merkezindeki Pizza Mio Pronto’da öğle yemeğini birlikte yiyip, havaalanına gidiyorlar. Arkalarında el sallayan küçük bir gurup kalıyor.

PİZZASI MEMLEKET KOKUYOR

Bunlar Türkiye’ye dönemeyecek olanlar…

Ayhan Yabatu, yemeğin ev sahibi… Artık sağlam bir Brükselli olmuş. Lezzetli pizzalarını pişirdiği dükkânları zincir yapmış.

Rahatı iyi, para derdi yok.

Dost sıkıntısı çekmiyor.

Ama Avrupa’nın merkezinde olmak, geçimini temin edecek parayı kazanmak, çevresini sıkı dostlardan oluşan sevgi halkalarıyla çevirmek yetmiyor. Çünkü o bir mülteci…

Avrupa’ya gelmeden önce İzmir’de yaşıyordu. Politik hareketlerin içinde yer alan bir öğrenciyken, birden kendisini “aranan eleman” konumunda buluyor.

Sonra çok sıkıntılı bir sürece balıklama dalıp Avrupa’dan çıkıyor. Arkasında, yakın dostlar, arkadaşlar, akrabalar, anne-baba hasretiyle birlikte özlem dolu bir ülke bırakıyor.

Ne zaman döneceğini bilemeden doludizgin yaşıyor. Türkiye’den gelenlerin kokusunu ciğerlerine çekerek hasret gideriyor.

Ayhan taş fırında odun ateşiyle pişirdiği pizzaların lezzet sırrını da politik cümleyle açıklıyor:

-Benim pizzalarım memleket kokar!

ELBİSTANLI HÜSEYİN

İstanbul’dan ayrılırken nasıl yola çıkmışsam, bilgisayarın ara kablosu, fotoğraf makinesinin hafıza kartı evdeki çalışma masasının üzerinde, boynu bükük mahzun kalmışlar. Neyse ki, küçülen dünya, bunları telafi edebiliyor. Tabii yanınızda Elbistanlı Hüseyin (Yapıcı) gibi Fransızcası kuvvetli, bilgisayarlı yeni teknolojilerden gayet iyi anlayan bir dostunuz varsa…

Bir hipermarketin teknoloji katında on dakika gezindikten sonra dertlerim bitiyor. Rahatlamanın tadını çıkartmak için Hüseyin’in Brüksel’de müdavimi olduğu Royal Theatre Toone adlı eski olmanın bütün güzelliklerini bağrında toplayan ve kukla tiyatrosu olarak da hizmet veren lokale gidiyoruz. Eski küçük bir ahşap konağın alt katında kukla tiyatrosunun minik sahnesi oyuncularıyla birlikte sessizce duruyor. Garsonlar da fena değil hani. Hüseyin iki bira istediğini söyleyince, yüzünü ekşitiyor:

-Çok yoğunum hiçbir şey istemeyin. Ama oturup beklerseniz, birazdan gelir siparişinizi alabilirim!

Brüksel’in merkezi olan Grand Palace’sın arkrasındaki ara sokaklardan birine saklanmış olan Royal Theatre, Hüseyin’in sıklıkla gelip sadece bir bira veya kahve içip kitap okuduğu, saatleri denk gelirse kukla tiyatrosu izlediği bir uğrak yeri.

Biralarımız gelmeden dertler gelip masaya servis örtüsü olarak seriliyor: Hüseyin de bir mülteci… Onun da gözlerinde memleket kokusu var. Babasını kaybettiğinde tabutunun altına girip, ona karşı son görevini yapamamamın acısını, ölüm acısına katık ederek çifte kavrulmuş halde bir köşeye büzülüp öylece kala kalmış.

Elbistanlı Hüseyin en ağır mağduriyetin altını çiziyor:

-İnsanın elinden memleketini alıyorlar!

 URFALI EMİN’İN LÜBNAN MUTFAĞI

Brüksel’de Elbistanlı Hüseyin’in mülteci adımlarıyla uzun bulvarları yürüyerek geçiyoruz. Akşam erkenden çöktü bile… Yemek için bir sürprizi olacağını anlamış haldeyim. Kapısında Meze Bar yazan küçük restoranın esas adı, “A’loppose Du Contraire” (Tersin tersi) olan açık büfe düzeniyle çalışan lokantadan içeri giriyoruz.

Burası Lübnan mutfağı ile müşterilerini kendine bağlamış özel bir lezzet noktası. Yemeklerini Lübnanlı Sabah El Khoora ile Suriyeli Sana Usta hazırlıyorlar. Garsonları ise Ruandalı Vanina, Polonyalı, Ageta, Hindistanlı Papu ve Mardinli Apo…

Bu özel dekorasyonlu şık restoranın sahibi de bilin bakalım kim?

Henüz 35 yaşına basmamış olan Urfalı Emin Çabuk!

Emin’in yolu politikanın dikenli yollarına değmeden turizmden geçerek Brüksel’e varıyor. Urfa Yatılı Bölge Okulu’nu bitirip, Urfa Endüstri Meslek Lisesinden elektrik teknisyeni olarak mezun oluyor. 17 yaşında İzmir’e gelip, turistik tesislerde değişik görevlerde çalışıyor. En son görev yeri Çeşme’de sörf okulu baş eğitmeni olarak tescil ediliyor. İzmir Fransız Kültür Merkezi’ne iki yıl devam ederek sıkı bir Fransızca öğreniyor.

Belçikalı sevgilisi Valerie ile evlenince soluğu birlikte Brüksel’de alıyorlar. Yenge hanım bankacılıktaki işine devam ederken Emin de eskiden hobi olarak ilgilendiği yemek pişirme işine yalken açıyor. Ve başarıyor da… Avrupa Parlamentosu’nda görev yapan İspanyol, İtalyan, Yunan, Fransız milletvekilleri onun müdavimleri oluyorlar.

Emin’in Türkiye’ye girip çıkma sorunu yok. Ama işlerinin yoğunluğundan bir türlü memleketine gidemiyor. Emin “ama” diyor:

-Dokuz yaşındaki kızım İzel Eliza ile henüz on günlük olan oğlum Koray Nuah, büyüdüklerinde birlikte gidip uzun tatiller yapacağım Urfa’da…

Brüksel’de bir gün, yeni insan tanımak, dost kazanmak açısından ancak bu kadar bereketli olabilirdi.