Bir Çocuk İçin Geç Kaldık, İnsanlık İçin Hâlâ Vakit Var
Gaziantep’te 9 haziran 2024 tarihinde korkunç bir olay yaşandı.
suriyeli bir çocuk, yetişkin bir grup tarafından okul bahçesinden darp edilerek zorla kaçırıldı. kaçırılan çocuk, bindirildiği araçta insanlık dışı işkencelere maruz kaldı. çocuğun vücudunda sigara söndürüldü. ağzına, diline ve vücudunun bazı bölgelerine naylon poşet yakılarak damlatıldı. çocuk cinsel saldırıya uğrayarak tecavüze maruz kaldı.
9 Haziran 2024 tarihinde Gaziantep’te yaşanan bu vahşet, sadece bir çocuğun değil, tüm insanlığın yüreğine saplanan bir bıçaktır. Suriyeli bir çocuğun maruz kaldığı akıl almaz işkenceler, sadece adli bir vaka değil; Toplumsal çürümüşlüğümüzün,
Siyasi körlüğümüzün,
Vicdani iflasımızın açık göstergesidir.
Bugün bir çocuk, okul bahçesinden kaçırılıp bir aracın içinde insanlık dışı işkencelere maruz kalıyorsa, toplum olarak neyi yanlış yaptığımızı sorgulamanın vakti çoktan gelmiştir. Çocuğun bedeninde söndürülen sigaralar, yakılan naylonlar ve uğradığı cinsel şiddet; sadece o küçük bedeni değil, insanlığın ruhunu da yakmıştır.
Bu olayda en az failler kadar tehlikeli olan, oluşan bu karanlığa göz yuman ve hatta zaman zaman körükleyen siyasi tutumdur. Yıllardır göçmen karşıtlığı üzerinden şekillenen, “Suriyeliler gitsin” klişesiyle halkı kutuplaştıran, öfkeyi organize eden söylemler, bugün çocuğa yönelen şiddetin arka planında sessiz bir teşvik mekanizması haline gelmiştir.
Soruyorum: Bu zalimler kimden cesaret alıyor? Adaletin yavaşlığından mı? Suçlunun kimliğine göre şekillenen mahkeme kararlarından mı? Yoksa göçmenleri günah keçisi yapan bazı siyasi parti liderlerinden ve siyasi atmosferden mi?
Toplumun farklı kesimlerine öfke yayan bu popülist dil, sadece sosyal barışı değil, bireysel hayatları da tehdit eder hale gelmiştir. Bu korkunç olay, yalnızca birkaç sapığın işi değil; nefretin normalize edildiği bir kültürün, siyaseten teşvik edilen ayrımcılığın kanlı sonucudur.
Sosyolojik olarak bu tür olaylar, yalnızca bireysel bir ahlak yoksunluğunu değil, kolektif vicdanın çöküşünü gösterir. Göçmen karşıtlığıyla büyüyen önyargılar, günün birinde bir çocuğun acısını eğlenceye çevirecek kadar iğrenç bir güruhu ortaya çıkarmıştır.
Bu çürümüşlük sadece failleri değil, olayı bilip susanları, sosyal medyada aşağılayıcı esprilere gülenleri, çocuk tecavüzünü “ama onlar da...” ile başlayan cümlelerle mazur göstermeye çalışanları da kapsar.
Bu toplum yüzyıllardır "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" diyen bir peygamberin ahlakıyla yoğruldu. Bugün bir çocuğun feryadı karşısında sağır kalan, merhameti etnik kimliğe bağlayan bir zihniyetin bu topraklarda bu kadar yaygınlaşması, maneviyatın içinin ne kadar boşaltıldığını gösteriyor.
Çocuklar kimlik seçmez. Onlar sadece korunmak ister. Bize düşen, bu dünyaya sığınan her çocuk için güvenli bir liman olabilmektir. Biz ise onları siyaset malzemesi yaptık, öfke hedefi haline getirdik ve sonunda kurban verdik.
Bu yaşananlardan sonra hem bireysel hem kurumsal sorumluluğumuzu yerine getirmek zorundayız. Adaletin hızlı ve caydırıcı işlemesi elzemdir. Suçluların en ağır şekilde cezalandırılması, sadece mağdura değil, topluma da bir tür güven telkinidir.
Eğitim sistemimizde, medya politikalarımızda, kamu söylemlerimizde "öteki"leştirmeyi değil, empatiyi ve ortak insanlığı ön plana çıkarmak zorundayız.
Bu korkunç olay bir dönüm noktası olmalı. Bu çocuğun acısı, sadece acı olarak kalmamalı; daha adil, daha vicdanlı bir toplum kurma yolunda vicdanları harekete geçiren bir çağrıya dönüşmeli. İlgili bakanlıklar Adalet Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı ve Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın bu yaşanan olayın tarafı olarak davada yer alması toplum nezdinde güven telkin edecek ve devlete olan inanışı derinleştirecektir. Hassasiyetine ve samimiyetine inandığım Sayın Bakan Mahinur Özdemir Göktaş’ın özellikle statüsünden bağımsız bir anne gözüyle olayın içinde olması kamu vicdanına bir nebzede olsa iyi gelecektir.