Zoru başarmak birlikte mümkün...

Âdem’in oğulları Habil ile Kabil’in kavgasından bu güne toplumsalhayatın temel uğraşılarının başında öyle görünüyor ki ‘birlikte yaşama’ sorunu yeralmaktadır.

Orhan ATALAY orhanatalay@internethaber.com

Âdem’in oğulları Habil ile Kabil’in kavgasından bu güne toplumsal
hayatın temel uğraşılarının başında öyle görünüyor ki ‘birlikte yaşama’ sorunu yer
almaktadır.

Tarihî serüveninden anladığımız kadarıyla insanoğlu başından beri tek
başına iken kardeşine, kardeşi ile birlikte iken kuzenine, kardeşi ve kuzeni ile birlikte
iken de ötekisine karşı olma pozisyonunu hep koruya gelmiştir.

Bu realite hayat için kendisine mecbur olduğumuz bu dünyada 'uyum'a hangi düzeyde muhtaç olduğumuzu gösterir. Nitekim günümüzde yaşanan çatışma trendleri bu ihtiyacın
yarınlar için daha fazla lüzumlu olduğunu göstermektedir. Öte yandan aynı beşeri
tecrübeden birlikte yaşamayı başaramayan toplumların birbirlerini büsbütün ‘yok
etmeyi’ de başaramadıklarını, eninde sonunda birlikte varoluşun yollarını aramak
zorunda kaldıklarını da okuyoruz. Demek ki, tıpkı diğer canlı türleri gibi beşeri
toplumlar da varoluşlarını günümüze kadar bir şekilde koruya gelmişlerdir. Belli ki
bu durum da fizik evrendeki yasalar gibi dinmeyen bir devinim halinde akışını
sürdürmektedir. Madem ki, tarih ve toplum böyle işliyor, peki savaş veya çatışma
süreçlerinde verilmiş kayıpları veya ödenmiş bedelleri nasıl izah etmeliyiz? Ya da
bunlar illa da yaşanmalı mıydı?

Geriye dönük yapacağımız her türlü sorgulamanın geçmişi kurtarmayacağı
açıktır ama aynı oranda açık olan bir şey daha vardır ki, o da bu tür sorgulamaların
geleceğimizi kurtarmaya ilişkin taşıdığı imkândır. Zira geleceğe tutulacak ayna
geçmiş odaklıdır.

Bu aynanın bize gösterdiği bir başka şey de toplumların geleceklerini
ihya veya imha etme imkânının liderlerin elinde olduğudur. Görüyoruz ki, onların
ağızlarından çıkan her kelime veya parmaklarının her bir işareti arkalarındaki
kitlelerin kaderini doğrudan belirliyor. Bu realite dün olduğu gibi bugün de böyledir.
Mesela en büyük krizleri basit diplomatik bir manevra ile atlatan liderler olduğu gibi
en küçük bir krizi ülkeleri yok eden savaşlara kadar götüren liderler olmuştur. Bu
tür tecrübeler bize gösteriyor ki, en iyisinden en kötüsüne her zaman farklı çözüm
formülasyonları veya farklı toplumsal kaderler mevcuttur. Belki de bundan dolayı
denilmiştir ki, ‘Bil ki ilâhî takdirler sonsuzdur, sen farklı olursan kaderin de farklı
olacaktır.’

Bu yazıda ülkenin birinci derecede gündemini oluşturan süreçle ilgili işe
nereden nasıl başlanılmasına dair bir katre katkıda bulunmak amacıyla üç örnek
liderlikten kısa birer hatırlama yapmak istedim.

Birincisi Son Peygamber Hz. Muhammed (sav)’dir. Hatırlarsanız, bir
karıncayı ezmenin bile haram olduğuna inanılan Emin Belde Mekke’de kendi
tertemiz kanını helal saymış düşmanlarını Mekke’nin Fethi günü Kâbe’de toplamış, “Bugün hepiniz serbestsiniz” diyerek tarihin havsalasının ötesinde bir âl-i cenâplıkla
müşrikleri affetmişti. O Peygamber yirmi üç yıl boyunca cemaati ile birlikte
çektiklerinin intikamını almaya tenezzül etmemiş, sütü şaraba tercih ederek insan
fıtratının iyi tarafında durmak suretiyle Mekke ile Medine’yi barıştırmıştı.

İkinci örnek yüzlerce yıl beyazlara karşı verdikleri mücadelede bir türlü
kazanamayan siyahîlerin lideri Martin Luther King’tir. Aynı zamanda bir din
adamı olan King, zenci çocukları beyaz çocuklarla yan yana oturtmayı beyazların
vicdanlarını harekete geçirerek başarmıştı. Bilgece yöntemlerinden birisi siyahî
kiliselerin kapılarına diktiği heykellerdi. Hatırlarsanız onlardan en etkin portre
prangalı ayakları ve vicdana uzanmış kelepçeli elleriyle; 'am I a man and brother?’
(Ben de bir insan değil miyim? Kardeşiniz değil miyim? yazılı heykeldi. Kölelik
probleminin bir takım iktisadî, hukuki veya sosyal gerekçelerden öte insanın
varoluşuna ilişkin temel ahlâkî bir sorun olduğuna dikkat çekmeye çalışan King,
biliyordu ki, maşeri vicdan aynı biyolojik kökenden gelen insanlardan bazısının
ötekisini köleleştirmesini, elinden özgürlüğünü almasını asla kabul etmeyecektir.
Sonunda çocuklarının derilerinin renkleriyle değil de kişilikleriyle değerlendirildiği
bir ülke hülyasına kavuşmuştu.

Üçüncü örnek Hindistan’ı hem İngiliz emperyalizminden hem de iç savaştan
kurtarmayı başaran Mahatma Gandi’dir. Onun da başarısı hiç kuşkusuz ki bilgece
tutumuydu. ‘Zor olanı’ nasıl başardığını çocuğunu katletmiş bir Müslümandan
intikam almak için kendisinden izin isteyen Hindu köylüye verdiği cevaptan
öğreniyoruz:

“Bundan böyle çocuğu bir Müslüman tarafından öldürülmüş her Hindu,
babası bir Hindu tarafından öldürülmüş Müslüman bir yetimi; çocuğu bir Hindu
tarafından öldürülmüş her Müslüman ise, babası bir Müslüman tarafından öldürülmüş
Hindu bir yetimi kendi himayesine alacaktır! O yetimin gözlerine her baktığında
vicdanı ona ‘yetim bırakmanın’ ne denli büyük bir günah olduğunu daha iyi
anlatacaktır.

Demek ki,bilgelik başa tâç imiş, her derde devâ imiş.