Din ve Hurafe

Din ve Hurafe

Orhan ATALAY orhanatalay@internethaber.com

‘Doğu-Batı Arasında İslam’ isimli eserinde Merhum Aliya İzzetbegoviç:

‘Yerin altındaki şehirleri incelediğimizde okulu ve fabrikası olmayan şehirlere rastlayabiliriz ama mabedi ve mezarı bulunmayan tek bir yerleşim alanı dahi göremezsiniz’ diyerek, DİN dediğimiz hakikâtin insanla eş zamanlı kadim tarihine dikkat çekmiştir.

Gerçekten de gerek dinler tarihi araştırmaları ve gerekse kutsal metinlerin incelenmesi halinde insan ve toplumdan söz edilebilecek her bir durumda kutsaldan, dinî bir yapıdan rahatlıkla söz edebiliriz.

İslâm’ın temel bilgi kaynakları olarak bildiğimiz Kur’ân ve sünnette de bunu teyit eden birçok metin aktarılabilir. Mesela ‘Her kavmin bir rehberi vardır’; ‘Hiçbir kavim yoktur ki, bir uyarıcısı bulunmasın’; ‘Biz peygamber göndermedikçe hiç kimseye azap etmeyiz’ mealindeki ayetler gibi. Dinî kültürümüzden aşina olduğumuz ‘124 bin peygamber’ ifadesi de aynı bağlamda sevk edilmiştir.

Ne var ki, bu hakikât farklı bir açıdan bizi daha önemli bir realite ile yüzleştiriyor ki, o da DİNLERİN TAHRİFİ veya DEJENERASYONU dediğimiz konudur. Çünkü her ne kadar insanlığın tarihsel yürüyüşüne eşlik hatta rehberlik etmenin gereği olarak her yeni dinî hareket dinî yenilenmeye duyulan ihtiyaç ile izah edilmişse de, bunun en önemli nedeni her yeni dinin bir süre sonra maruz kaldığı tahrifattır.

Muhtemeldir ki, dinlerin kolayca tahrif edilmesinin birincil nedeni gelen vahyi bilginin hemen yazı ile kayıt altına alınmamış veya o metnin uzun süre korunamamış olmasıdır. Nitekim Resmi/Kanonik Dört İncil’in tarihî serüveni bunun en açık ispatıdır.

Müslümanlar ise İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’ân metninin bizzat Allah tarafından korunduğuna inanırlar. Bu inancın dayanağı ise ‘Şüphe yok ki, onu biz indirdik. Koruyacak olan da Biziz’ ayetidir. Buna rağmen İslâm’da da farklı anlayışlar, eğilimler, inanç ve ibadet biçimleri olarak farklı yollar/mezhepler ortaya çıkmıştır ki, tüm bunların ‘makul limitler’ arasında yer alabilecek açıklamaları da vardır.

Ne var ki, tarihin ilk halkalarından itibaren her dinin maruz kaldığı öyle bir felaket vardır ki, sebebini ‘makul limitler’ arasına almaya imkân yoktur. O sebep de dinin siyasî, ekonomik veya askerî nüfuzu artırmak amacıyla KULLANILMASI, yani İSTİSMARIDIR.
‘DİNÎ İSTİSMARIN’ en kolay yolu ise, onu vahyî bilgiyi oluşturan metnin ve aklın zemininden kopartıp okunamayan, sorgulanamayan nesnel olmayan tamamen sübjektif bir alana taşınmasıdır. Bu alanı tanımlayacak en yaygın kavram ise İFTİRA sözcüğüdür. Nitekim Kur’ân’da sıkça rastladığımız ‘Allah’a ve Peygamberi’ne İftira Etmek’ ifadesinin bağlamında hep aynı sapmayı görürüz.

Yahudilerin: ‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz’ iddiaları veya müşriklerin yaptıkları aptallıklar için ‘Bunları bize Allah emretti’ sözleri gibi. Peygamber’e isnat edilen iftira ise hadis edebiyatında ‘Mevzu Hadisler’ başlığı altında incelenmiştir.

Hemen altında ise, Peygamberimizin: ‘Her kim ki bana yalan (bir haber/bilgi) isnat ederse kendisine ateşten bir yer hazırlasın’ uyarısına yer verilir. Buna rağmen tarih boyunca bilgi kaynağı olarak vahiy, akıl ve vicdan dışında başka sözde delillere dayanarak yeni bir dinî tasavvur biçimi inşa eden birçok sapkın akım zuhur etmiştir. Bu akımların en fazla başvurdukları ‘delil’ ise rüyalardır. Hâlbuki dinî hiçbir bağlayıcılığı olmayan rüya ile amel etmenin asgari şartı görülen rüyanın dinî esaslara uygunluğudur. Ki, bu durumda bile rüya sadece kişinin kendisini bağlar.

Niyetlerindeki su-i maksadı izah etmenin dinî, aklî ve vicdanî bir yolunu bulamayanların sığındıkları tek melce rüyalardır. ‘Rüyamda falanca büyük zatı gördüm şöyle şöyle dedi’ türünden iftiralardır. Ne var ki, kötü niyetlerine ulaşmak amacıyla insanların kutsal değerlerini araç olarak kullanmanın vebaline gelince onu izaha kelimeler yetmez. Allah ve Elçisi bu türden iftiralardan münezzehtir.

Sahih bir bilgi ve bilince sahip olmayan kişileri kolayca etkileyen bu sapkın akımlara kapılan nicelerini görmüşüz ki, aklını kendisi gibi bir kula kurban edip tüm hayatını kula kul olarak tüketmiştir. Bu tür muhitlerde büyüyenlerin bir kısmı ise eninde sonunda bir anlam bunalımına düşmüştür. Bunlardan çok azı yeniden bir muhakeme imkânı bularak ya sahih çizgiye ulaşmış veya ateizme kadar varan başka yollara düşmüştür. Muhtemelen tam da bunlar için Muhammed İkbâl: ‘Harem’de doğdular ama gidip kiliselere mürit oldular’ demişti.
Her halükârda dini vahye ve akla değil de hurafeye bina etmenin kişiyi götüreceği nihaî adres sahih bir nassın, salim bir aklın ve temiz bir vicdanın kabul edebileceği bir yer olmayacaktır.