Gezi olayları bağlamında yaşadıklarımız ve gördüklerimiz bilge
kral merhum Aliya İzzetbegoviç’in ‘insan için asıl olan masumiyet
değil mükellefiyettir’ sözü üzerinde daha fazla konuşmamız
gerektiğini de ortaya koydu. Bilindiği üzere kavramlar da tıpkı
insanlar gibi taşıdıkları anlamın özgül ağırlığına göre itibar
kazanma veya kaybetme ihtimallerine açıktırlar. Kabul etmeliyiz ki,
su-i istimalleri, istismarı ve dahası sorumsuzca kullanımları
kavramların itibarına da ciddi manada halel getirir. Öyle ki, bir
zamanlar ilk duyduğumuzda bütün hücrelerimizle bizi büyüleyen,
benliğimize iksir üfleyen bir takım kavramlar vardır ki, zaman
gelir onları duymak bile istemeyiz. Anlaşılan tüketim çılgınlığının
son surat devam ettiği günümüzde değerler ve kavramlar da aynı
savurganlıkla hızla eritilmektedir. Bu bağlamda en hain
saldırılarla su-i kasta uğrayan kavramlardan birisinin de
‘özgürlük’ olduğunu düşünüyorum.
İnsanlık tarihini ben-merkezli zaviyesinden talim ve tedris
ettiren oryantalizmin iddia ettiği gibi özgürlük kavramı da bilinci
de moderniteye has bir durum değildir. Çünkü insana özgü bir durum
olması hasebiyle bu değer de en az insan kadar kadim bir geçmişe
sahiptir. İlk insanın ilk günahı bunun en açık ispatıdır. Demek ki
insan özgürlüğünü kullanmaya kabiliyetli olarak yaratılmıştır.
Bundan dolayıdır ki, bütün ilahi menşeli dinlerde ‘insan fillerinde
asıl olan hürriyettir’ esası vaz ve takrir edilmiş ve ‘dinde
zorlama olamaz’ hükmü bir sabite olarak teessüs etmiştir.
Bununla birlikte güncel haliyle özgürlüğün modern dönemle hiçbir
ilgisi olmadığı iddiasında da değilim. Modernite bağlamında
özgürlüğün insan aklının bilgi otoritesi olarak Kilise’den
kurtuluşu ifade ettiğini inkâr edemeyiz. Seküler/profan, yani
dindışı bir kültürün veya dünya görüşünün alan kazanmasına paralel
olarak özgürlüğün de daha geniş yaşam imkânları bulduğu açıktır. Bu
süreçte özellikle Batı toplumlarında insan, toplum, birey, devlet,
kilise, bilim, otorite, akıl vs. gibi temel kavram ve kurumların
yoğun olarak tartışıldığı dönemlerde zengin bir edebiyatın
üretildiğini de görmezlikten gelemeyiz.
Bize gelince, Avrupa’dan belki de 8-9 asır önce İslam kelam
mezheplerinin teşekkül dönemlerinde benzer konuların en ince
detaylarda tartışılmış olmasına rağmen özellikle hafıza silinmesine
yönelik etkin resmi cerrahi operasyonlar sonucu cumhuriyet neslinin
fikir ve inanç dünyasının bu tartışmalardan nasipsiz kaldığını
düşünüyorum. Böyle olunca da özgürlüğün neliği ve sınırları
hakkında toplum olarak zihinsel bir netliğe ulaştığımız söylenemez.
Mesela hangi davranışımız özgürlük, hangisi sorumsuzluk, hangisi
ahlâki, hangisi değil diye tanımlanabilir? Keza böyle bir tanım
yapılacak ise onun bilgi ve yetki otoritesi kim veya kimlerdedir?
Bu konuda toplumun eski deyimle kıymet hükümlerinin, yani değer
yargılarının müessir veya müdahil bir rolü var mıdır, olmalı mıdır?
Bu konuda dünya insanlığının iştirak ettiği bir çerçeveden söz
edilebilir mi? Normatif disiplinlerin bu konuda herhangi bir
yetkileri var mıdır, varsa ne kadardır? gibi soruları
çoğaltabiliriz.
Ancak bütün bunların ötesinde hiçbir kuşku götürmeyen bir şey
var ki, o da hürriyetleri sınırlayan en açık unsurun ötekinin hak
ve hukuku olduğudur. Karl Popper’in ünlü ‘senin yumruk atma
özgürlüğün benim burnumun ucuna kadardır’ sözünün kast ettiği bu
duruma rağmen birileri hâlâ, ‘Hayır, senin burnunun ucu da beni
ilgilendirmez’ diyorsa, o zaman devreye girmesi gereken tek şey
ebette ki ‘ceza’ olacaktır. Çünkü yaptığı iş özgürlük değil suç
tanımına girmiştir. Suçun karşılığı ise tüm toplumlarda bellidir.
Gezi olaylarında görüldüğü üzere bu sınırlar arasında net bir
ayırım koyamadığımız için kimin neyi niçin yaptığı da bir türlü
netleşmiyor.
‘İnsan davranışları için asıl olan hürriyettir’ hükmü ile ‘insan
için asıl olan masumiyet değil mükellefiyettir’ sözünü telif
edemediğimiz için olmalı ki özgürlük ile sorumsuzluğu da
birbirinden ayırt edemedik. Kargaşanın ve dahi bulanıklığın nedeni
de bu olsa gerek.