Yüzyılın başında bu muhitte çizilen yapay sınırlar, dikilen suni
bayraklar, ilan edilen kukla yönetimler ve onlara sipariş edilen
taleplerin bizi getirdiği nokta, tek kelime ile kardeşin kardeşi
için yarattığı bir cehennem oldu sadece. Ortadoğu’da cereyan eden
bu dilhun manzaraya bakınca ünlü tarihçi İbni Esir’in Moğolların
özellikle Bağdat’ta işledikleri cürümleri anlattığı bölümde
söylediği; ‘Keşke daha önce ölmüş ve unutulmuş olsaydım da bunları
yazmasaydım’ tahassürünü hatırladım. Daha kötüsü ise dün bize
cehennem kılmak için geldikleri bu topraklardan izzetle kovduğumuz
‘gavuru’ bugün ‘kurtarıcı’ diye, üstelik yalvarırcasına çağırma
zilleti olsa gerek.
Evet, işin neresinden bakılırsa bakılsın, İslam dünyasında
cereyan edenleri tanımlayacak kelimeyi bulmak zordur. İslami
edebiyatta sıkça kullanılan ‘zillet’ kelimesi bu durumu karşılar mı
bilmiyorum? Bu yüzyılın başında yaşadığımız ve Akif’in ifadesiyle
‘birinin ırzını helal, diğerinin hununu heder eden’ o mezalimlerde
bile bu derecede bir zillet yaşadığımızı sanmıyorum. Zira dün
düşman dışarıdan gelmişti, onu kovduğumuzda ‘kurtuluş’a eriyorduk.
Ya şimdi, kim dost? Kim düşman? Hangileri içeriden? Hangileri
dışarıdan? Afganistan’da, Irak’ta, Sudan’da, Cezayir’de, Somali’de
hangi kurtuluşa erildi ki Suriye’de de o olsun? Zalim Saddam’dan
sonra Irak’ta ne değişti ki, katil Esed’den sonra da Suriye’de ne
bekliyoruz? Belki o da eninde sonunda tıpkı selefleri Saddam ve
Kaddafi gibi defolup gidecektir, peki ya sonrası? Sonrasında
işlerin iyi olacağına dair umut yeşerten hangi teminatlara sahibiz?
Emin olun ki, bu coğrafyanın sakinleri olarak kendi geleceğimizi
kendimiz kurgulamadıkça, birbirimize karşı işlediğimiz cürümleri
engelleyici mekanizmalar geliştirmedikçe buralarda azmanlıkları
arşı titreten daha nice ehli tuğyana tanık olacağız; Haccac gider
Saddam gelir, Esed gider Sisi gelir...
Öyle ise, toplumsal hayatımız için iktidarların kavgasız/kansız
el değiştirmesini sağlayacak demokratik araçların biyolojik
bünyemiz için hava ve su kadar elzem olduğu bilincini yaymaktan
gayri uzun vadede çıkar yolumuz olmadığını kabul etmeliyiz. Böylesi
bir bilincin demokratik bir kültüre o da kurumsal bir realiteye
dönüşünceye kadar ivedilikle yapılması gereken en acil işin ise
özellikle bu coğrafyada az çok demokratik ergenliğe baliğ olmuş
ülkeler arasında aktif, yaptırım gücüne sahip güçlü bir paktı tesis
etmek olduğu kanaatindeyim.
Gerçi İslam diye nitelediğimiz bu coğrafyanın az-çok İslam’dan
nasibi olsaydı ta baştan beri buralarda zorbalıkları önleyici
mekanizmalar zaten işliyor olacaktı. Çünkü etimolojisinde ‘barış’
vurgusu hem de belirgin şekilde öne çıkan İslam, mensuplarına
böylesi bir vazifeyi FARZ kılmıştır:
“Sizlere ne oluyor ki, Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz! Bizi
yöneticileri zalim olan bu ülkeden kurtar, katından bize bir dost,
bize yardım edecek birilerini gönder’ diye yalvaran ezilmiş erkek,
kadın ve çocuklar için savaşmıyorsunuz! (Nisa 75)
“Mü’minlerden iki grup savaşacak olursa aralarını ıslah edin!
Şayet biri diğerinin aleyhine azgınlık ederse onunla da Allah’ın
emrine (barışa) boyun eğinceye kadar savaşın! Eğer kabul ederlerse
o zaman aralarını adaletle düzeltin ve adil olun! Şüphe yok ki
Allah adil olanları sever” (Hucurat, 9)
Demek ki, biz Müslümanlar ABD, AB veya BM’e öfkelenmeden önce bu
ayetlerin muhataplarını bulmak, yoksa bizzat muhatap olmak
ödevimizi yeniden değerlendirmeliyiz. Daha baştan İslam
Peygamberi’nin: ‘Benden sonra cahiliyeye avdet edip birbirinizin
boynunu vurmayasınız!” veya ‘Birbirinize öfke duymayın! Birbirinize
haset etmeyin! Birbirinize sırt çevirmeyin! Birbirinize darılmayın!
Ey Allah’ın kulları! Kardeşler olun!” uyarısını dikkate alıp bu
anlamda da cahiliye adetine dönmeye karşı engelleyici kurumsal
tedbirler almış olsaydık, belki de bugün bu topraklara ‘bizi bizden
kurtarmak’ üzere gelsinler diye ‘gavura’ yalvarıp
yakarmayacaktık.
Başlığını merhum Akif’ten ilhamla aktardığım yazıyı onun veciz
sözü ile tamamlayalım: ‘Şimdi ey unsur-u isyan! Senin akıbetin bin
bu kadar yıl evvel sana söylenmiş iken, doğru mudur şimdi
cedel!