Şarka nasihat mı olur?

Yüzyılın başında bu muhitte çizilen yapay sınırlar, dikilen suni bayraklar, ilan edilen kukla yönetimler ve onlara sipariş edilen taleplerin bizi getirdiği nokta, tek kelime ile kardeşin kardeşi için yarattığı bir cehennem oldu sadece.

Orhan ATALAY orhanatalay@internethaber.com

Yüzyılın başında bu muhitte çizilen yapay sınırlar, dikilen suni bayraklar, ilan edilen kukla yönetimler ve onlara sipariş edilen taleplerin bizi getirdiği nokta, tek kelime ile kardeşin kardeşi için yarattığı bir cehennem oldu sadece. Ortadoğu’da cereyan eden bu dilhun manzaraya bakınca ünlü tarihçi İbni Esir’in Moğolların özellikle Bağdat’ta işledikleri cürümleri anlattığı bölümde söylediği; ‘Keşke daha önce ölmüş ve unutulmuş olsaydım da bunları yazmasaydım’ tahassürünü hatırladım. Daha kötüsü ise dün bize cehennem kılmak için geldikleri bu topraklardan izzetle kovduğumuz ‘gavuru’ bugün ‘kurtarıcı’ diye, üstelik yalvarırcasına çağırma zilleti olsa gerek.

Evet, işin neresinden bakılırsa bakılsın, İslam dünyasında cereyan edenleri tanımlayacak kelimeyi bulmak zordur. İslami edebiyatta sıkça kullanılan ‘zillet’ kelimesi bu durumu karşılar mı bilmiyorum? Bu yüzyılın başında yaşadığımız ve Akif’in ifadesiyle ‘birinin ırzını helal, diğerinin hununu heder eden’ o mezalimlerde bile bu derecede bir zillet yaşadığımızı sanmıyorum. Zira dün düşman dışarıdan gelmişti, onu kovduğumuzda ‘kurtuluş’a eriyorduk. Ya şimdi, kim dost? Kim düşman? Hangileri içeriden? Hangileri dışarıdan? Afganistan’da, Irak’ta, Sudan’da, Cezayir’de, Somali’de hangi kurtuluşa erildi ki Suriye’de de o olsun? Zalim Saddam’dan sonra Irak’ta ne değişti ki, katil Esed’den sonra da Suriye’de ne bekliyoruz? Belki o da eninde sonunda tıpkı selefleri Saddam ve Kaddafi gibi defolup gidecektir, peki ya sonrası? Sonrasında işlerin iyi olacağına dair umut yeşerten hangi teminatlara sahibiz? Emin olun ki, bu coğrafyanın sakinleri olarak kendi geleceğimizi kendimiz kurgulamadıkça, birbirimize karşı işlediğimiz cürümleri engelleyici mekanizmalar geliştirmedikçe buralarda azmanlıkları arşı titreten daha nice ehli tuğyana tanık olacağız; Haccac gider Saddam gelir, Esed gider Sisi gelir...

Öyle ise, toplumsal hayatımız için iktidarların kavgasız/kansız el değiştirmesini sağlayacak demokratik araçların biyolojik bünyemiz için hava ve su kadar elzem olduğu bilincini yaymaktan gayri uzun vadede çıkar yolumuz olmadığını kabul etmeliyiz. Böylesi bir bilincin demokratik bir kültüre o da kurumsal bir realiteye dönüşünceye kadar ivedilikle yapılması gereken en acil işin ise özellikle bu coğrafyada az çok demokratik ergenliğe baliğ olmuş ülkeler arasında aktif, yaptırım gücüne sahip güçlü bir paktı tesis etmek olduğu kanaatindeyim.

Gerçi İslam diye nitelediğimiz bu coğrafyanın az-çok İslam’dan nasibi olsaydı ta baştan beri buralarda zorbalıkları önleyici mekanizmalar zaten işliyor olacaktı. Çünkü etimolojisinde ‘barış’ vurgusu hem de belirgin şekilde öne çıkan İslam, mensuplarına böylesi bir vazifeyi FARZ kılmıştır:

“Sizlere ne oluyor ki, Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz! Bizi yöneticileri zalim olan bu ülkeden kurtar, katından bize bir dost, bize yardım edecek birilerini gönder’ diye yalvaran ezilmiş erkek, kadın ve çocuklar için savaşmıyorsunuz! (Nisa 75)

“Mü’minlerden iki grup savaşacak olursa aralarını ıslah edin! Şayet biri diğerinin aleyhine azgınlık ederse onunla da Allah’ın emrine (barışa) boyun eğinceye kadar savaşın! Eğer kabul ederlerse o zaman aralarını adaletle düzeltin ve adil olun! Şüphe yok ki Allah adil olanları sever” (Hucurat, 9)

Demek ki, biz Müslümanlar ABD, AB veya BM’e öfkelenmeden önce bu ayetlerin muhataplarını bulmak, yoksa bizzat muhatap olmak ödevimizi yeniden değerlendirmeliyiz. Daha baştan İslam Peygamberi’nin: ‘Benden sonra cahiliyeye avdet edip birbirinizin boynunu vurmayasınız!” veya ‘Birbirinize öfke duymayın! Birbirinize haset etmeyin! Birbirinize sırt çevirmeyin! Birbirinize darılmayın! Ey Allah’ın kulları! Kardeşler olun!” uyarısını dikkate alıp bu anlamda da cahiliye adetine dönmeye karşı engelleyici kurumsal tedbirler almış olsaydık, belki de bugün bu topraklara ‘bizi bizden kurtarmak’ üzere gelsinler diye ‘gavura’ yalvarıp yakarmayacaktık.

Başlığını merhum Akif’ten ilhamla aktardığım yazıyı onun veciz sözü ile tamamlayalım: ‘Şimdi ey unsur-u isyan! Senin akıbetin bin bu kadar yıl evvel sana söylenmiş iken, doğru mudur şimdi cedel!