Muharrem Ayı'nın düşündürdüğü

Muharrem Ayı'nın düşündürdüğü

Orhan ATALAY orhanatalay@internethaber.com

Ortadoğu’nun tüm semavî dinî-kültürel yapılarında tıpkı belli mekânlar gibi kimi zaman dilimleri de vardır ki, çok daha özel anlamlar yüklüdür. Kameri takvime göre içinde bulunduğumuz Muharrem Ayı da onlardan birisidir.

Çünkü insanlık tarihinde köklü değişimlere kapı aralamış büyük peygamberlerin mücadelelerinde dönüm noktası teşkil eden birçok büyük olayın bu ayda vuku bulduğuna inanılır. Mesela Adem’in tövbesinin kabulü, İbrahim’in ateşten kurtulması veya Musa’nın Kızıldeniz’i geçmesi gibi. Bu özelliğe tekabül etmesinden olsa gerek ki, İslam Dini’nin yayılması ve toplumsal bir yapı olarak teşekkül etmesinde hayati öneme sahip Hicret de bu ayda gerçekleşmişti. Bu nedenle Muharrem Ayı aynı zamanda Hicrî takvimin de başlangıcı kabul edilir. Belki de bu ve benzeri nedenlerden dolayı olsa gerek ki, mesela oruç tutmak ve Aşure yapıp dağıtmak gibi bu aya mahsus ibadetler eda edilir. Bize kadar gelmiş sahih bilgilere göre Peygamberimiz bu ayda Medine’ye hicret ettiğinde oradaki Yahudi cemaatinin Musa’nın şeriatına uyarak oruç tuttuğunu öğrenmiş, bunun üzerine, ‘Bizler Musa’nın yolunu sürdürmeye daha layıkız’ diyerek Müslümanlara da Muharrem orucunu tavsiye etmişti.

Bununla birlikte Muharrem Ayı’nın toplumsal hafızamızdaki karşılığı daha ziyade Peygamberimizin sevgili torunu Hz. Hüseyin ve aile halkının Kerbela’da maruz kaldığı o dilhun vahşettir. Bunda elbette ki Caferi-Alevi kültürün de etkisi vardır. İslam tarihinin en yürek paralayan o vahşet hafızalarımıza öyle bir kazıldı ki, aradan 1400 yıl geçmiş olmasına rağmen bugün özellikle Şiî coğrafyada yükselen ağıtlardan sanki bu sabah vuku bulmuş gibidir. Anlaşılan odur ki, insanlığın en temiz ailesine karşı hem de insan canına dokunmanın en büyük günah addedildiği bu ayda işlenmiş o cinayet hiç unutulmayacaktır. Keşke bir de ibret alabilseydik..

Muharrem Ayı’nın bir diğer özelliği ise, İbrahim Peygamber’den beri Ortadoğu’da yerleşik dini bir gelenek olarak varlığını hep koruya gelmiş bulunan ‘Haram Aylar’dan birisi olmasıdır. Hatırlayacak olursak Kameri Takvim’in Zilka’de, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayları ‘Haram Aylar’ olarak bilinir. İslamî literatürde ‘Cahiliyye Devri’ diye bilinen İslam öncesi dönemlerde dahi bu ayların kutsiyetine saygı olarak savaşa ara verilirdi. Bu vesile ile oluşan barış ikliminde ise panayırlar tertip edilir, insanlar seyahat ve ticaret başta olmak üzere her türlü etkinliğini güven içinde icra ederlerdi. Haram ayların bu saygınlığı esasen İslamî dönemde de korunmuştur. Nitekim Kur’an’da ‘Sana Haram Aylar’ı soruyorlar, de ki: ‘O aylarda savaşmak büyük bir günahtır...’ (Bakara 217) denilir. Bu ayların saygınlığını ihlal eden çatışmalara ise ‘Ficar Savaşları’ denilirdi ki, ‘ficar’ sözlükte ‘f-c-r’ kökünden ilahi iradeye isyan etmek, cürüm işlemek gibi manalar ifade eder.

Bu kısa bilgiden sonra gelin İslam coğrafyasında bir gün dahi ara vermeden cereyan etmekte olan ‘Ficar Savaşları’na bakalım. Taş üstünde taş, ten üstünde baş bırakmayan bu vahşeti izah edecek bir kelime üretildi mi acaba? Öyle ki, insan çoğu zaman Moğolların Bağdat’ı yakıp yıkmalarını gören ünlü tarihçi İbni Esir gibi ‘Keşke daha önce ölüp unutulmuş olsaydım da bunları yazmasaydım’ demekten başka bir şey bulamıyor. Bırakın Haram Aylar’ı, bırakın Muharrem’i, Ramazan’da hatta Bayram günlerinde bile susmak nedir bilmeyen, sadece vahşet kusan o kahrolası silahların sesleri eşliğinde yok edilmeyen neyimiz kaldı ki? En büyük inanç değerimiz olan Tevhit/Tekbir Kelimesi bile her an en acımasız vahşetlere araç kılınıp en süfli şekilde kirletilmiyor mu?

Şahsen, Muharrem’in de içinde bulunduğu Haram Ayların insanın insana cevr-u cefasını engelleyici ilave bir mania oluşturmak gibi bir hikmet/gaye taşıdığı kanaatindeyim. Oysa Ortadoğu’daki manzara bunun da kâr etmediğini gösteriyor. Öyle ise, beşeriyetin en kadim vatanı olan bu coğrafyada dinin, tarihin, kültürün, aklın, vicdanın, iz’anın varlık anlamını sorgulamak gerekmez mi? Belli ki, iktidar hırsının tutuşturduğu bu alevin iptal etmediği, anlamsız kılmadığı tek bir değerimiz bile kalmamış. Gerçek şu ki, Yezitleri, Moğolları, Haçlıları ve en yakın zamanda Batılı emperyalistleri görmüş-geçirmiş bu topraklarda daha önce hiç olmadığı kadar, şimdi, evet hem de Muharrem Ayı’nda nice masum kanlar akıtılıyor, canlar yakılıyor, ocaklar söndürülüyor, acılar yaşanıyor.

Peygamberimiz bir gün arkadaşlarına Müslümanların tedbirsizlikleri yüzünden başlarına gelecek kötülükleri anlatıyordu. İçlerinden birisi: ‘Bütün bunlar ne zaman olacak?’ diye sorunca O da ‘Kur’an kaybolduğu zaman’ diye cevap verdi. Aynı kişi, ‘Ey Allah’ın Elçisi! Bizler Kur’an’ı okuyor, çocuklarımıza da öğretiyoruz, onlar da kendi çocuklarına.. O halde Kur’an nasıl kaybolacak?’ diyerek şaşkınlığını ifade etti. Peygamberimiz de: ‘Ben de seni akıllı birisi sanıyordum; bugün Yahudilerin elindeki Tevrat’ın veya Hıristiyanların elindeki İncil’in kendilerine ne faydası var ki…’ diye cevap vermiş. Ne kadar da doğru söylemiş