Akşam iş çıkışı vakti. Hava ayaz mı, ayaz.
Sıkıca giyinip ofisimden dışarı çıkıyorum. Birden, yüzüme vuran
soğukla irkildim.
Metroya doğru yürümeye başladığımda fark ettim onları.
Yerde oturan bir anne ve dört-beş yaşlarında bir kız çocuğu.
Önlerinde bir kutu. Kutuda birkaç bozuk para.
Yüzünden hüzün akan mülteci bir kadın ve yanında masum
bakışlarıyla çivit gözlü kız bir çocuğu, o buz gibi havada
gelip geçenlerin gönlünden kopan bir parça iyilikten
nasiplenmeye çalışıyor.
Yüzlerinde, öyle dilenciliği meslek haline getirmiş kişilerin,
sahte roller yapan hallerinden eser yok.
“Ayol, dilemesinler canım onlar da.” diye itiraz edecekler için;
“Mevzumuz o değil. Tamam,
elbette dilenmesinler. Ama bu, bir sınavsa, karşılıklı
sınanmaktayız. Unutmayın.” demek isterim.
Bu esnada, kestane renkli saçları omuzlarında, kemik rengi
kabanı ile yanında, saçları örülmüş, kırmızı kaşkolu boynunda,
altı-yedi yaşarlında ela gözlerinden sevinç bakışları yayan
bir kız çocuğu belirdi.
Mülteci anne ve çocuğa yaklaşıp bir şeyler konuşmaya
başladılar.
Ama anlaşamadıkları belli idi.
Onlar konuşurken ben yanlarından geçiyordum.
Yeni gelen kadın, bana şu soruyu yöneltmese belki o soğukta, ben
de geçip gidecektim
- Arapça biliyor musunuz?
- Hayır, bilmiyorum, niçin sordunuz.
- Bu kadının evini öğrenmek istiyorum, onun için sormuştum,
dedi.
- Evini niçin öğrenmek istiyorsunuz?
Kadının verdiği cevap, o buz gibi havada soğuyan içimi ısıtmaya
yetti.
- Şurada arabam var. İçinde erzak ve eşya dolu. Şimdi onlara
burada versem götüremezler. Ben evlerine kadar arabamla
bırakmak istiyorum, dedi.
Eliye gösterdiği mütevazı arabası, ağzına kadar erzak
doluydu.
Çevrede konuştuklarımızı duyan bir esnaf, “Ben Arapça biliyorum”
diyerek bize yaklaştı.
Adam, mülteci kadına evinin yerini sordu.
Mülteci kadın:
- Niçin soruyorlar, dedi.
Adam:
- Size yiyecek getirmiş. Arabasıyla evinize bırakmak istiyor,
deyince, mülteci kadının yüzündeki o içten sevinci
görmeliydiniz.
O anda, yardım getiren kadın, onun gözlerindeki parıltıyı,
yüzündeki tebessümü seyrediyordu.
Muhtaç bir insana iyilik yapmanın verdiği kalbindeki huzur,
yüzüne yansıyordu.
***
Hikâyenin daha güzel ve ilginç tarafı ise bundan sonra
yaşanıyordu.
Kadın, mülteci çocuğun ismini öğrenmişti. Adı, Elifti.
Elif’in soğuktan kızarmış yanaklarından öptü, başını okşadı ve
kendi kızına dönüp yumuşak ve şefkat dolu bir sesle şöyle
dedi:
- Zeynepçiğim. Bak bu kardeşin kaşkolu yok. Senin evde bir tane
daha var. Kaşkolunu Elif’e hediye etmek istemez misin,
canım?
Zeynep, hiç düşünmeden ve de mızmızlanmadan “Veririm anne.”
diyerek, kaşkolunu çıkardı. O küçük elleri ve kocaman yüreği
ile kaşkolunu Elif’in boynuna sardı.
Ve bunu öyle içten yaptı ki, hani bir oda dolusu oyuncağı olduğu
halde, bir tanesini bile eve gelen misafir çocuğuna verememek
için yeri göğü inleten çocukların kıskanç halinden eser
yoktu.
Kadına,
- Ne iş yapıyorsunuz, diye sordum.
Kadın:
- Öğretmenim, dedi.
- Çocuğunuzu da yanınızda getirmişiniz. Çok iyi yapmışınız,
tebrik ederim, dedim.
O da; “Evet, Özellikle yanımda getirdim.” dedi ve ekledi:
“İyilik yapmayı, paylaşmayı öğrensin diye getirdim.”
Şunu özellikle belirtmeliyim; kadın, zamanın ve mekânın
hafızasına kaydedilen bu iyiliği, karşısındaki için bir
mahkûmiyet değil; kendisi için bir mazhariyet olarak yapıyordu.
Bu, her halinden belliydi.
(Ha unutmadan söyleyeyim; mülteci kadının mesleği de
öğretmenmiş.)
Oradan ayrılırken, zihnimde şu söz belirdi:
“Çocuklarınıza, sadece karınlarını doyurmayı öğretmeyin; onlara
ruhlarını da nasıl doyuracaklarını öğretin.”