Erdem, eşitlik ve adalet çizgisine ‘inmeyi’ kabullenmektir.

Başlıkta zikredilen eşitlik ve adalet kavramları esasında insan doğasının en yalın iki merğub değeridir. Bu nedenledir ki, onları hayatın her karesinde gözetmek kadar soylu ve o oranda da zorlu bir çaba olamaz kanaatindeyim.

Orhan ATALAY orhanatalay@internethaber.com

 İnsanlık tarihinde savaşın kapsadığı mekân ve zamanın barıştan daha fazla olmasının nedeni de söz konusu o zorluk olsa gerektir. Onu aşanlar birçok problemin üstesinden daha kolay gelirken, aşamayanlar için ciddi çıkmazlar kaçınılmaz olur. Çünkü onlar her şeyden önce ‘kendin için istediğini başkası için de istemek’ diye bilinen temel ahlâki ilkeden saptıkları için ötekisi ile birlikte varoluşu beceremezler. Bu becerisizliğin girdabından kurtulmak için ise ötekini yok etme yoluna girerler. Bu yol da onları nice vahşet ve mezalimlere mecbur bırakır. İnsanlık tarihi isebunun binlerce örneği ile doludur.

 Bilindiği üzere söz konusu durumun en tipik örneği İblis ile Âdem arasında cereyan etmişti. İblis’in Âdem’e ilişkin aldığı ‘BEN-MERKEZLİ’ tavrı daha sonra Âdem’in çocukları arasındaki kavga geleneğinin de kaynağını oluşturdu. Bundan olsa gerek ki başta peygamberler olmak üzere belki de yüz binlerce insan tarafından lanetlenmiş olsa da bu gelenek hayatın en açık realitesi olageldi. Evet, öteden beri insan ve toplum hayatında adalet ve eşitlik terazisi çoğu zaman bazısının lehine, diğerlerinin ise aleyhine bozularak gelmiştir. Dolayısıyla ikincilerin böylesi bir durumdan şikâyetçi, diğerlerinin ise memnun olmaları elbette ki beklenen bir durumdur. Çünkü her ikisi de eşyanın veya insanın eskilerin ifadesiyle hayvanî nefsin gereği basitçe tarzlardır. Zira feragat ve fedakârlık hasletleri erdemli insana özgüdür.

 Bu nedenledir ki, insanlar arasında adalete ve eşitliğe çağrıda bulunan dinî veya beşerî herhangi bir çağrıya mağdur kesimlerin olumlu cevap vermeleri beklenen bir şeydir. İnsanın insana kulluğuna dayalı bir duruma itiraz eden bir çağrıya evet demek elbette ki bir erdemdir. Ancak ondan daha da önemlisi eşitlik ve adalet çizgisi kendi aleyhine değil aksine lehine bozulmuş kesimden gelen olumlu bir cevaptır. Bu erdemin çok daha mümtaz olduğunda kuşku yoktur. Çünkü birinci kesim için ‘evet’ demek dünyevi anlamda bir kazamın iken, ikincileri için aynı cevap bir feragat ve dolayısıyla dünyevî anlamda bir ‘kayıp’tır. Bundandır ki, bu ‘kaybı’ göze alanların sayısı her zaman az olmuştur. Belki de ondan dolayı kıymetlidir.

 Konuya serüvenini en iyi bildiğimiz İslam tarihi açısından bakacak olursak mesela Ebu Bekir, Ömer, Osman gibi Mekke’nin hâkim ve üstün kesiminden isimlerin daha başında İslam davetine evet demelerini böyle anlamak gerektiği kanaatindeyim. Çünkü bunlar sinelerinde en ufak bir sıkıntı dahi duymadan ‘bir köle ve bir kadınla eşit olmayı’ seve seve kabul etmişlerdi. O çağrıya ‘hayır’ demekte ısrar edenlerin asıl sıkıntısı ise böyle bir eşitliği hazmedemeyişleriydi. Hatırlayın Hz. Peygamber amcası Ebu Leheb’i dine davet edince, o da: ‘Dediklerini kabul edersem elime ne geçecek? demiş, Peygamberimiz de: ‘Bir kadın ile bir kölenin eline ne geçecek ise, senin eline de o geçecek ey amca!’ diye cevap vermişti. Bu cevaba hayli öfkelenen Ebu Lehep: ‘Beni bir kadın ve bir köleye eşit kılan dine de, sana da yazıklar olsun’ diyerek uzaklaşmıştı. Hatta Mekke’nin seçkin kesiminden bazıları Peygamberimize; ‘Biz de gelip seni dinlemek istiyoruz, ama görüyoruz ki senin etrafında yer alanlar bizim dünkü kölelerimizden ve hizmetçilerimizden oluşan ‘ayak takımından’ oluşmuştur. Biz onlarla aynı mecliste oturamayız, biz geldiğimizde onları yanından kovar veya bizim için ayrı bir meclis düzenlersen, biz de gelir seni dinleriz’ şeklinde insanlar arası eşitlik ilkesine aykırı tekliflerde bulunmuşlardı.

 Yukarıdaki açıklama ile gelmek istediğim nokta şudur; ülkemizde otuz yıldır süren şiddet ikliminden, çatışma sarmalından, bu ülkenin mazisine ve istikbaline düşman olanlardan başka kazananı olmayan kör-kısır bir kavgadan kurtulmak için son derece hayati önemi haiz bir sürece girmiş bulunuyoruz. Bu iklimin, 1924’lü yıllardan itibarın üstünler ve diğerleri şeklinde kurgulanmış Türkçülüğü resmi kurucu ideoloji olarak benimsemiş bir devlet yapısından beslendiğini duymayan, bilmeyen, görmeyen kalmadı. Üç maymun numarası yapmayan, akıl ve vicdan sahibi herkes bunu bütün çıplaklığıyla görebilir. Bütün mesele bu kurgunun kendi lehlerine ifsat ettiği eşitlik ve adalet terazisinin doğrultulmasına verilecek tepkinin keyfiyetidir. Kısacası mesele eşitlik ve adalet çizgisine inmeyi kabul etmek veya etmemektir. Bu milletin asli bir unsuru olan Kürtlerin o günden beri temel ortak talepleri eşitlik ve adalet çizgisine çıkmaktır. Bazıları farklı dil, söylem, yol ve yöntem kullanmış olsa bile, ifrat ve tefrit limitleri içinde sayılı bir grubun dışında, bütün Kürtlerin ortak talebi budur. Şimdi sıra o çizginin üstünde kalmış olanların ‘inmeyi’ kabul edip etmeyeceklerine dair nasıl bir karşılık vereceklerindedir. Kanaatim odur ki, bu milletin büyük unsurunu oluşturan Türklerin dini, tarihi, kültürü, basireti ve en önemlisi de vicdanı bu sürece seve seve ‘Evet’ diyeceği yönündedir. Beyaz mutlu azınlığın ‘Hayır’ diyeceğini bilmek için ise kâhin olmaya gerek yoktur. Zira İbni Haldun’un meşhur ifadesiyle dünün bugüne ve yarına benzemesi suyun suya benzerliği kadardır. Ama biliyor ve inanıyoruz ki, ilâhî tarihsel yasa tıpkı dünkü selefleri gibi onları da tarihin ve toplumun dışına itecektir, bunda hiçbir kuşkum yoktur. Umarım ki, ‘efendiliklerini idame ettirmeyi’ anaların ciğerlerini dağlamaya tercih eden CHP’nin ulusalcı kanadı ile MHP tarih ve topluma ilişkin yasalardan ibret almaya imkân bulurlar.