Dinlerin kardeşlik çağrısı üzerine...

Başta savaş olmak üzere kritik toplumsal süreçlerde ‘kardeşlik’ duygusuna vurgu yapan zengin bir literatürün geliştiğini gözlemek kolaydır.

Orhan ATALAY orhanatalay@internethaber.com

Başta savaş olmak üzere kritik toplumsal süreçlerde ‘kardeşlik’ duygusuna vurgu yapan zengin bir literatürün geliştiğini gözlemek kolaydır.

Ortak bir takım değerlere atıflarda bulunularak zenginleştirilen bu literatür, çoğu zaman sanatın diline de aktarılmak suretiyle ilgili duyguların iyice pekiştirilmesi beklenir. Bu vurgu bireysel açıdan psikolojik bir arzu olduğu kadar toplumsal açıdan da sosyolojik bir ihtiyaçtır aynı zamanda. Çünkü insanın ötekinin elinden ve dilinden emin olma iştiyakı suya ve havaya olan ihtiyacından az değildir.

Nitekim kadim şehirlerde gördüğümüz devasa kalelerin veya günümüzdeki devletlerin sürdürdükleri silahlanma yarışlarının bize anlattığı bir şey varsa o da bu hakikattir. Belli ki, başlangıçtan bu yana insanın insandan duyduğu korkuyu sınırlandırmak, kontrol etmek hatta mümkünse büsbütün sonlandırmak amacıyla bir takım uluslararası sözleşmeler, paktlar, diplomatik teamüller geliştirilmiş olmasına rağmen, insanın ‘ötekine’ karşı ‘kendisine en yakın olanlarla’ kardeşlik bağlarını güçlendirme ihtiyacı devam edecektir.

Bu çağrıyı yapan disiplinler arasında dinlerin baş sırayı aldıklarını söyleyebiliriz. Dinler tarihine bakıldığında ise, bütün tek tanrılı dinlerde insanın biyolojik kökeninin tek olduğunu, tüm insanların Adem ve Havva’dan geldiğini okuruz.

Bu hakikatin defalarca hatırlatılmasıyla da bir taraftan insanlığın başlangıç serüvenini aydınlatmak, diğer taraftan da tür olarak tarih sahnesine çıkışımızı izleyen evrelerde beliren renk ve dil gibi ilahi istemle oluşmuş ya da sosyo-ekonomik ve kültürel alanda tabii/beşeri yapı gereği belirmiş farklılıkların bir ‘üstünlük’ kriteri olamayacağı telkini kastedilir. Böylece, insanlar arası ilişkilerin oturması gereken ilahi/tabii zeminin ne olması gerektiğine dair de bir fikir oluşturulmak istenir.

Mevcut dünya dinlerine bu açıdan baktığımızda peygamberlerinin ağızlarından yapılmış samimi kardeşlik çağrılarının zamanla hakim unsurların lehine nasıl yozlaştırıldığını da rahatlıkla izleyebiliyoruz. Mesela Yahudiliğin icat ettiği ‘seçkin millet’ dogması gibi birçok din zamanla etnik merkezli bir karaktere bürünmüştür. Böyle olunca da bu tür dinlerin insan ırkları arasındaki kardeşlik çağrılarının bir süre sonra zayıfladığını, kaybolduğunu hatta ilk çağrının aksine ötekilerin toptan imhasını emir buyuran bir yapıya tahrif edildiğini görürüz.

Mesela Tevrat’ın bazı ayetlerinde okuyacağınız ‘onlara’ ait kadını, erkeği, bebeği hatta ekini, tarlayı, öküzü bile öldürün’ mealinde metinler bu kabildendir. O metinleri okurken bile kanınızın donduğunu hissedersiniz. Bugün İsrail Devleti’nin Filistinliler başta olmak üzere ‘ötekiler’ ile birlikte yaşamayı temin edecek bir politika geliştirememesinin bana göre en önemli nedeni bu türden dini bir literatürün inşa ettiği bilinç altıdır. Her gün ağlama duvarında okunan o metinlerin okuyucunun zihnine yüklediği ötekinden nefretin bir süre sonra nasıl bir şiddete dönüştüğünü tahmin etmek zor olmasa gerek.

‘İnsanlığın ortak biyolojik kökenine’ ve dolayısıyla ‘kardeşlik’ idealizmine nispeten daha fazla vurgu yapmasına rağmen, Hıristiyanlığın tarihsel tecrübesinden onun da fazla başarılı olduğunu söyleyemeyiz. ‘Yasaklı’ ve ‘zayıf’ olduğu ilk dönemlerinde daha güçlü akisler bulan ‘kardeşlik’ çağrısı Roma’nın ‘zorunlu’ resmi dini olduğu ‘güçlü’ dönemlerinde iyice zayıflayarak etkisini yitirmiştir.

Öyle ki ‘Kilise’nin dışında felah yoktur’ veya ‘Onları zorla içeri al’ türünden zamanın siyasal konjonktürüne muvazi ‘üretilen’ dini (!) metinlere entegrizmin veya savaşın gerekçesi olarak sıkça başvurulduğunu görürsünüz. Kızılderililerin vahşice katliamlarından tutun da Haçlı savaşlarına, oradan sömürge savaşlarına kadar Kilise’nin ‘zayıfların’ aleyhine oynadığı rol, ‘zayıflarla yürüyün, fakirlerin sofrasına iştirak edin’ diyen İsa Peygamberin o derin kardeşlik çağrısını bir daha tanınmayacak hale getirmiş ve adeta ters yüz etmiştir.

Bu haliyle Hıristiyanlık ‘en yakın kardeşlerine’ karşı bile yedi, otuz ve yüz yıl süren savaşlara engel olamadı. Keza kölelik ve ırkçılığın yirminci yüzyıla kadar devam ettiği Batılı coğrafyaların dördüncü asırdan bu yana yegane resmi hakim din olan Hıristiyanlığın etkisinde olduğunu düşündüğümüzde ‘kardeşlik’ idealizmini hayata aktarma konusunda onun da başarılı olduğu iddia edilemez.

Kısacası ilahi menşeli dinlerin ilk taze halleriyle yaptıkları sahici ve samimi kardeşlik çağrılarının başlangıçta güçlü bir toplumsal bünyenin oluşmasında etkin roller oynadıkları nasıl inkar edilemez ise, aynı dinlerin zamanla hakim unsurların emellerine sıkça alet edilerek ilk dönemlerde görülen büyüleyici etkilerini kaybetmişlerdir.