Hatırlanacağı üzere Batı toplumlarını ortaçağ karanlığından
kurtarmak amacıyla gerçekleştirilen Fransız Devrimi’nin öncelikli
amacı toplumu Kilise’nin ve krallıkların tasallutundan kurtarıp
onları ‘özgürleştirmekti’.
Kilise’nin insan ve toplum üzerindeki otoritesini bu gerekçe ile
yıkan Devrim ikinci aşamada insanı kutsaldan bütünüyle arındıran
profan/seküler bir kültürel, siyasal ve sosyal yapı inşa etmeyi
hedeflemişti. Bunu da laiklik ve milliyetçilik dişleri ile çalışan
bir mekanizma ile tamamlamak zorundaydı. Nietzsche’nin sembolik
ifadesiyle ‘Tanrıyı öldüren’ bu mekanizmayı giyotinlerle cebren
icra eden devrim sosyal dokuyu oluşturan en güçlü bağı, yani din
bağını ortadan kaldırınca farkına varmadan ciddi bir psiko-sosyal
krizle karşı karşıya gelmişti. Bu krizi atlatmak amacıyla farklı
bir bileşen aramış ve sonuçta ‘milliyetçilik’ kavramıyla tanımlanan
bir çözüm bulmuştu. Bu çözümde dini bağın yerini ortak dil, tarih
ve kültür alacaktı. Oysa maddi değerler ötesinde aşkın ve tercih
edilebilir değer yargılarına sahip özellikle İslam ve Hıristiyanlık
gibi dinler birden fazla dil, kültür ve tarihe sahip toplulukları
içeriyorlardı. Bu da söz konusu dinlerin yaygın olduğu
coğrafyalarda milliyetçiliğin ayrıştırıcı olmaktan öte bir rol
oynamayacağı demekti.
Öte yandan ortaçağ batı toplumları ‘meşru din sadece kralın
dinidir’ esaslı örgütlendikleri için nispeten homojen yapılar
içeriyordu. Ortaçağ Avrupa’sında sık sık yaşanan ve 7, 30 hatta 100
yıl süren mezhep savaşlarını hatırlayacak olursak, bir insanın
başka bir kralın mezhebinden olması, kendi kralı için potansiyel
bir tehlike sayılır ve buna asla izin verilmezdi. Hıristiyan
mezhepleri arasındaki ilişkinin farklı hatta karşıt dinler
arasındaki ilişkiye benzer şekilde işlediğini de hesaba
kattığımızda bu toplumlar büyük oranda aynı dil, kültür ve tarihe
sahiptiler. Mesela Hıristiyanlıkta bir Ortodoks’un bir Katolik ile
veya bir Protestan ile evliliği caiz değildir. Bu ve benzeri
durumların Hıristiyan toplumlar arasında bir entegrasyona izin
vermeyeceği ise açıktı. Bu halleriyle tanıştıkları milliyetçiliğin
orada iç sosyal dokuya fazla zarar vermesi zaten mümkün
değildi.
Bize gelince, milletler sistemi şeklinde teşekkül etmiş Osmanlı
İmparatorluğun ana kütlesi Müslümanlardan oluşmaktaydı. İslam
mezhepleri arasındaki ilişki keyfiyeti ise Hristiyan mezheplere
asla benzemiyordu. Çünkü İslam’da farklı mezheplere mensup olmanın
hiçbir engelleyici hükmü olmadığı gibi kitap ehli, yani kutsal bir
kitaba sahip dinlere mensup kadınlarla evlenmek de caizdir. Bu
nedenledir ki, İslam dünyasında baştan beri dini sınırları aşan
sosyal bir entegrasyon imkanı her zaman var olmuştur.
1927 yılında önce CHP’nin altı okundan sonra da anayasanın
esaslarından birisi olarak icra edilen milliyetçilik de dil esaslı
olarak tanımlandı. Oysa bu tanım farklı dil ve kültürlere sahip
Müslüman unsurlardan teşekkül eden sosyolojik kütlemizi
kuşatamazdı. Bu zorluğu aşmanın tek bir yolu vardı; o da
asimilasyon, ret ve inkar yöntemleriydi. Dün nice trajedilere neden
olan bu yöntemin bugün için bir insanlık suçu oluşturduğu gerçeği
karşısında yapılacak tek şey bu projeden vaz geçmek olacaktır. Bu
da zorunlu olarak bizi yeni bir tanıma götürecektir. Doğru tanımın
zihinsel kurgudan değil sosyal realiteden hareketle yapıldığını ise
hatırlatmak isterim.
Görüldüğü üzere milliyetçilik öyle milleti, vatanı, bayrağı
sevmek ile izah edilecek matah bir şey değil, aksine İslam
temelinde teşekkül etmiş koca bir kütleyi parçalama projesinin
adıdır. Nitekim bu tartışmaların iyice alevlendiği yüzyılın başında
bu akıma karşı çıkan İslamcılar, çok da haklı olarak milliyetçiliği
kavmiyetçilik diye isimlendirmişlerdi. Kavmiyetçilik ise
Peygamber’in dili ile lanetlenmiş ve bir cahiliye örfü olarak
İslam’a göre ayaklar altına alınmıştır.