Çözüm iklimi ve sözün gücü

Takdir edersiniz ki, tıpkı biyolojik organizmalar gibi sosyal/siyasal/kültürel ve dinsel nitelikli olgular da içinde nemalanıp büyüyecekleri bir atmosfere ihtiyaç duyarlar.

Orhan ATALAY orhanatalay@internethaber.com

Takdir edersiniz ki, tıpkı biyolojik organizmalar gibi sosyal/siyasal/kültürel ve dinsel nitelikli olgular da içinde nemalanıp büyüyecekleri bir atmosfere ihtiyaç duyarlar. Adı geçen olgular şayet çözümü istenen bir sorun ise o zaman öncelikle yapılması gereken şey konuyla ilgili iklimi çözüme elverişli bir kıvama getirmek olmalıdır. Çünkü çözümler de tıpkı sorunlar gibi bir iklime ihtiyaç duyarlar. Bu zaviyeden bakıldığında neredeyse yüzyıllık bir ömre vasıl olan Kürt Sorununa kalıcı ve sahici bir çözüm için umutların iyice yeşerip ete kemiğe bürünmeye başladığı bu günlerde öncelikle dikkat etmemiz gereken şeyin çözüme elverişli bir iklimi inşa edip onu da hassasiyetle korumak olduğu kanaatindeyim. Doğru bir noktadan hareket etmek için bunun bir zaruret olduğuna inanıyorum.

Bilindiği üzere fizik evrende olduğu gibi toplumsal alanda da her etkinin bir karşıtı olu(şu)r. 1924’ten itibaren resmi kurucu ideoloji olarak tercih edilen ulusalcı uygulamaların kısa süre içinde ‘farklı olan’a hayatı hangi düzeylerde zorlaştırdığını bilmeyenimiz kalmadı. Bu zorlukların sebep olduğu büyük trajedilerin ülkede ama özellikle de bölgede nasıl zemherice bir iklim inşa ettiğini de...

Bu ülkenin geriye dönük son asrını okuyan hiç kimse resmi ideolojinin kimi söz ve simgelerle zaman zaman da ırkçılıkla aynı semantik alanları paylaşan dayatmalarda bulunduğunu ve buna tepki olarak da kendi karşıtı bir zihin ve iklim inşa ettiğini inkar edemez. Böyle olunca da tıpkı karşıt yönlerden esen iki rüzgar arasında kalmış ateş misali, söz konusu karşıt söylemler de toplumsal vasatı gittikçe ısıtan bir iklim vücuda getirdiler. Harı gittikçe yükselen bu ateşin etrafını yakarak yayılması ise kaçınılmazdır. Bu ülkenin geleceğine ilişkin muhtemel bir felaket tasavvur edilecekse şayet o da bu karşıtlıkların birbirlerini besleyip büyütecekleri toplumsal bir vasatın vücut bulmasıdır. Tüm kıymetlerimizle birlikte her birimizi yakacak böylesi bir ateşle kavrulmak istemiyorsak şayet, o zaman her birimize düşen en temel mecburiyet bu ateşin hafif de olsa her türlü esinti ile ilgisini kesmektir. Bunun için başta temsil konumunda bulunan kişiler olmak üzere herkesin ‘dışarıya iten’ değil ‘içeriye alan’ ‘küstüren’ değil ‘gönül alan’, ‘tahkir eden’ değil ‘tekrim eden’ ve ‘karşısına değil yanına alan’ bir söylem biçimini seçip onu da titizlikle korumalıdır.

Bu amaçla özellikle her ferdi ile milletin devletin çatık kaşlı çehresinin kendisine gülümsemeye başladığını hissetmesini temin etmeliyiz. Çünkü ‘bilinmezlikler’ üzerinden çeşitli merkezler tarafından tabanda oluşturulan kimi korku ve tedirginliklerin tetikleyeceği bir kırılganlığı ancak bu tür bir hassasiyetle önleyebiliriz. Zira insan ve topluma ilişkin bir problemin çözümünde her boyutuyla dil ve üslubun hangi düzeyde hayatî bir önem taşıdığını takdirlerinize sunuyorum. Söz ‘söz’ ve ‘üslup’tan açılmışken Yunus’u hatırlamamak mümkün mü?

Söz ola kese savaşı,

Söz ola kestire başı.

Söz ola ağulu aşı,

Yağ ile bal ede bir söz.

Bugün gelinen noktadan baktığımızda ben-merkezci milliyetçi proje istenilen düzeyde belki başarılı olamamıştır ama bu süreçte toplumsal dokumuza da ciddi zararlar verdiğini kabul. Çünkü bu coğrafyada bin küsur yıl boyunca farklı etnik ve dinî toplulukları gök kuşağının renkleri gibi tabii bir uyum içinde hâleleyen o engin ve geniş daire ne yazık ki çoğunu dışarıda bırakan küçücük bir kareye dönüşmüş durumdadır. Bu nedenle de toplumsal zeminimizde ciddi fay kırıkları oluştuğunu görmek zorundayız. Esasında tabii ve makul olmayan bu kurgunun yaşama şansı sosyolojik olarak zaten mümkün değildi fakat belki de göle maya çalmak kabilinden bir deneme yapıldı.

Bugün her birimizin bu hakikat üzerinde derinliğine tefekkür etme mecburiyetimiz olduğunu düşünüyorum. Zira bir milletin varoluş ömrünü veya gelecek ufkunu şüphesiz ki, onun tarihsel derinliği belirler. Tarihsel derinlik zamanla oluşan gelenek veya muhassala ile o milletin toplumsal hafızasını oluşturur. Bir hafızayı daha mukavemetli kılmak ise ancak o muhassalanın külünü bırakıp korunu taşımakla mümkündür. Öyle ise, ‘Yarın ne olacak?’ sorusunun isabetli yanıtını ancak ‘Dün ne oldu?’ sualinin doğru cevabında bulabiliriz. Ne var ki, ‘Dün ne oldu?’ sorusunun doğru cevabını sadece sağlıklı hafızalardan alabiliriz. Harf devrimi ile toplumsal hafızamızın büyük oranda zarar gördüğü açıktır. İnşa edilen yeni hafıza ise bütünüyle endoktrine edilmiş durumdadır. Bu toplumsal gerçek, Garaudy’nin şu tespitini daha da ciddiye almamızı gerektiriyor: ‘Tarih, ekseriyeti itibariyle zalimlerin suç ve kabahatlerini örten uydurma bilgi yığınlarıdır. Mazlumlar ise, çoğu zaman tarihlerini yazmaya bile fırsat bulamadılar.’ Ancak her şeye rağmen bir çıkış yolu mutlaka vardır ve o yol bulunmalıdır diye ‘arama-bulma’ çabamızı sürdürmeliyiz.