Kılıçdaroğlu merakla beklenen ‘Demokrasi ve Özgürlük
Bildirgesi’ni nihayet açıkladı. Doğrusu benim merakım bu
bildirgenin içeriğinden ziyade partinin zebunu olduğu iç sarmalı
aşıp aşmadığına ilişkindi. Çünkü bu sarmal çözülmeden içerikten bir
değişimin olacağını kesinlikle beklemiyorum. Bildirgeyi dinledikten
sonra, ‘iki tezat akım arasında kalmışlığın intaç ettiği çaresizlik
böyle bir şey olsa gerek’ diye mırıldandım ve gerçekten üzüldüm.
Çünkü bildirge bir takım sanal korku ve kaygılarla
gerekçelendirilmiş bahanelerden ibaretti. Çözüm diye sunulanlar ise
asli değil olsa olsa üçüncü veya beşince derecede tâli konulardı.
Mayınların temizlenmesi ve topraksız köylülere arazi tahsisi
gibi.
Gerçekten iç tutarsızlıklarını setretmenin imkânsızlığıyla malul
bu bildirge liseli öğrencilerin demokrasi ve özgürlüğe ilişkin çoğu
kez irrasyonel temalar taşıyan bir kompozisyondan öte hiçbir
realiteye tekabül etmiyordu. Kalıcı bir barışı temin edecek çözümün
anayasal zemin ve çerçevede inşa edilmesi gereği ortada iken,
bildirgede neredeyse anayasanın adı bile anılmamıştı. Açıklamanın
içinde ‘İşte bu doğrudur’ dedirtecek türden bir cümle vardı ki, o
da ‘söyleyene değil söyletene bak’ kabilindendi: ‘Yasakları getiren
kim? 12 Eylül. Yasakları kaldırmayan kim? Bizler’. Evet, CHP’nin
baştan beri tarzı Başkan’ın dediği gibiydi. Çünkü CHP’nin birinci
vazifesi öncesinde teşvik, sonrasında tebrik ettiği darbelerin
dayatmalarını ‘Cumhuriyetin kazanımları’ adı altında muhafaza ve
müdafaa etmek olmuştur hep.
Başlığı demokratlar tarafından tanzim edildiği açık olan bu
bildirgede ulusalcı kanadı teskine dönük içerikler de az değildi.
Mesela ‘Cumhuriyetin 80-90 yıllık kazanımlarının tehlike altında
olduğu’ iddiası böyle bir şeydi. Oysa bu başlıkla sunulan bir
bildirgeden beklenen mesaj; ‘en geniş çerçevesiyle hak ve
özgürlüklerimizin teminatı olacak bir demokrasiyi tahkim edecek
adam gibi bir anayasa yapamazsak toplumsal menfaatlerimiz bir
tarafa insani varoluşumuz bile ciddi bir tehlike altındadır’
şeklinde daha doğru ve güçlü gerekçelere sahip bir uyarı olmalıydı.
Çünkü Kılıçdaroğlu’nun kendisi de gayet iyi biliyordur ki, andığı
tehlikenin gerçek dünyamızda bir karşılığı yoktur, olsa olsa salt
bir vehimden ibaret kalır. Bunun aksine 80-90 yıldır bu toplumun
her gün tüm duyularıyla yaşadığı GERÇEK; her türlü temel hak ve
hürriyetinin ya irtica kaygısına veya bölücülük korkusuna kurban
edilmiş olmasıdır. Beklerdim ki, ana muhalefet partisinin okuyacağı
bildirge sanal korkular ve kaygılardan değil dağ gibi hakikatlerden
hareketle hazırlanmış olsaydı. Birçok alanda olduğu gibi siyasette
de galiba Mersin’e gidecek yolu bir türlü bulamıyoruz. Tüm
demokratik ülkelerde korku ve kaygı bahanesine sığınmak iktidarın;
hak ve özgürlük vurguları ise ana muhalefetin çıkış noktasını
oluştururken, bizde bu da tersine işliyor.
Kılıçdaroğlu’nun terörü tüm sebepleriyle bir daha geri gelmemek
üzere tasfiye edecek köklü bir çözüm için gerekli yapısal
değişikler konusunda iktidarı ‘ortaklaşmamak’la suçlaması ise ‘pes
doğrusu’ dedirtecek kabilden bir pişkinlikti. Baştan beri tüm
toplumun gözü önünde cereyan eden hadiseler karşısında böyle bir
iddia olsa olsa, ‘Parti içinde zıt iki kutup arasında sıkışmış bir
liderin maruz kaldığı ‘yön kaybıyla’ ya da ‘çaresizlikle’ izah
edilebilir.
Anlayacağınız CHP’nin çözüme ilişkin baştan beri takındığı
tavırda en ufak bir değişiklik yoktur. Belli ki, ‘davet etseniz
‘yerim dar’ diyecek, yer verseniz ‘yenim dar’ diyecek, onu da
tedarik etseniz bu sefer de ‘sizinle beraber oynamak istemiyorum’
diyecek. Nitekim arkadaşlarına cebren geri çektirdikleri araştırma
önergesi olayında grup başkan vekili İnce bunu açıkça itiraf etmiş,
‘Adımızın AKP ile anılmasını istemediğimiz için önergemizi geri
çektik’ demişti. Bildirgenin fâş ettiği hakikat ise şu oldu:
CHP’nin ağzından yine ‘yeni bir söz’ çıkmadı.