Andımızın Mucidi Reşit Galib’in Kendisi Ne Kadar Türk’tü?

Öteden beri bazı hassasiyetler üzerinden ürettikleri ucuz söylemlerle siyasi manevra imkanı oluşturmayı kendilerine tarz-ı siyaset edinmişleri ikna etmeye çalışmayacağım.

Orhan ATALAY orhanatalay@internethaber.com

Öteden beri bazı hassasiyetler üzerinden ürettikleri ucuz söylemlerle siyasi manevra imkanı oluşturmayı kendilerine tarz-ı siyaset edinmişleri ikna etmeye çalışmayacağım. Onlar gitsinler andımızdaki ‘Türk’ kavramının etnik veya ırki öğelerle değil de aksine kültürel öğelerle teşekkül etmiş bir anlam sahası çağrıştırdığı masalını kafatası ölçümleri yapan, etnografik ve arkeolojik hafriyatlar için enstitüler kuran ‘mucitlere’ anlatsınlar. Ne var ki, ‘Masum Anadolu’nun saf çocuklarının’ 80 yıldır herkese ‘Türküm’ dedirten adamın ne kadar Türk olduğunu bilmek gibi bir hakları olduğunu düşünüyorum.

1892 Rodos doğumlu olan Reşit Galip bizzat kendi ifadesine göre ilk tahsilini evinde aldıktan sonra Rodoslu Yahudi Edmond Rothchild’in Musevi çocukları için açmış olduğu, ‘Evrensel Yahudi Birliği Okulu’ anlamında Allianca İsraelite Üniverselle School’da eğitim öğretime başlamıştır. Bu okulda bir yıl okuduktan sonra yine kendi ifadesiyle ‘umumiyetle olduğu üzere Abdülhamit tarafından okuldan alınmıştır’. İmparatorluk tarihinde eğitime, okullaşmaya en fazla yatırım yapmakla ünlü Abdülhamit’in bazı öğrencileri bu tür okullardan almakla herhalde bir bildiği olsa gerek.

Rodos ve İzmir’deki idadileri bitiren Reşit bu sefer de İzmir’deki St. Jean Babtiste Kolleji’ne devam eder. Bu okul Fransız Rahipleri Cemiyeti’nin bir kolu olarak tüm dünyada misyonerlik faaliyetleri yürüten Frerler Cemiyeti tarafından açılmıştır. Saint Jean Babtiste de la Salle tarafından kurulmuş olan bu cemiyetin 1841 yılında Türkiye’ye de gelerek biri İstanbul’da diğeri de İzmir’de olmak üzere iki okul açtığını biliyoruz. Ateşli Türkçü fikri akımların önde gelen pek çok ismi gibi Reşit Galip de belli ki ilk dersini bu türden yabancı okullardan almıştır.

Fransız Koleji’nden mezuniyetten sonra bilahare 1933’te kendi elleriyle kapatacağı İstanbul Darulfünuna bağlı Mekteb-i Tıbbiye’ye giderek oradan doktor olarak mezun olan Reşit Galip, Mersin’de yaptığı ateşli bir konuşma ile Atatürk’ün gözüne girecek ve bu vesile ile üç dönem üst üste Aydın’dan milletvekili seçilecektir. Ne var ki, kısa süre içinde Köşk’teki sofranın davetsiz müdavimlerinden olacak kadar Paşa’ya yakınlaşan Galip, hukukçu olmadığı halde İstiklal Mahkemesi’ne üye olacak, bakan olacak, Türk Dili ve Tarihi tetkikleri ilgilenen heyette kritik görevler alacaktır.

1933 yılında genç yaşta Maarif Vekili olan Reşit Galib’in ilk iş olarak mili arkeolojik hafriyatlara başlaması calib-i dikkattir. Ancak bakanlığı döneminde yaptığı son derece önemli bir iş daha vardır ki, yeryüzünde bir benzerine rastlamak mümkün değildir: Memleketin mevcut tek üniversitesi olan DARULFÜNUN’U LAĞVETMİŞTİR. Zira Darulfünun siyasal iktidarın borazanlığını yapmayarak asli günaha girmişti.

Halbuki bu ilim irfan yuvası kurulduğu 1845’ten 1924’e kadar defalarca çıkarılan yasalarla pekiştirilmiş mali, idari ve ilmi özerkliğe sahip bir üniversite olarak bünyesinde tıptan mühendisliğe, edebiyattan ilahiyata kadar bir çok fakülte barındırıyordu. Darulfünun-u Şahane kapatılacak yerine ‘yeni bir üniversite’ kurulacaktı. Yeni üniversiteyi kurmak amacıyla gelen heyetin Bakanlık’ta yaptığı toplantıda Yahudi kökenli Alman bir profesörün ifadesi ile ‘Yeni fabrikanın üreteceği mamulat inkilapçı, laik, cumhuriyetçi, milliyetçi ve halkçı olacaktı’.

Maarif Vekilimize göre öncelikle toplumu ‘Darulfünun’un çağdaş bir eğitim-öğretim verecek yol ve yöntemlerden yoksun olduğuna inandırmak gerekiyordu. Bakan Bey bunun için İsviçre’den bir eğitim uzmanını, Prof. Albert’i davet etti. Ne var ki, Ankara’daki en yetkin siyasi otoritelerle görüştükten sonra İstanbul’a gidip işe koyulan Albert’in hazırladığı rapor Maarif Vekili’nin hoşuna gitmeyecekti. Çünkü rapora göre:

‘Darulfünun fakültelerindeki Türk müderrisler gerek ilim ve gerekse kabiliyet bakımından Avrupa’daki arkadaşlarıyla aynı ayardadırlar. Ne var ki, onların yükleri daha ağırdır; çünkü orada asistanların yaptıkları işleri burada müderrislerin bizzat kendileri yapıyorlar, üstelik ücretleri de daha düşüktür. Öyle ise Darulfünun’daki hocaların işleri hafifletilmeli, ücretleri de iyileştirilmelidir’.

Hiç önemli değildi; binlerce insanı önce asmış sonra yargılamış bir geleneğin varisleri için bu tespitin hiçbir kıymet-i harbiyesi olamazdı. Mayıs 1933’te bakanlıkta alel acele hazırlanan bir taslak mecliste kanunlaşacak, o kanun da DARULFÜNUN’u lağvedecek, ilmin, irfanın ve vicdanın yanında durmayı tercih etmiş TÜRK MÜDERRİSLERİN ise neredeyse tamamını kapı dışarı edecektir. Ağustos 1933’te kurulan İstanbul Üniversitesi’ne ise Türk Müderrisler alınmayacak yerlerine tamamına yakını ‘Nazi Almanyası’ndan kaçtıkları’ iddia edilen YAHUDİ HOCALAR alınacaktır.

1933 yılındaki kayıtlarda İstanbul Üniversitesi’nde 38’i yabancı olmak üzere toplam 65 öğretim elemanı olduğu düşünüldüğünde müthiş bir kıyımın yapıldığını görürüz. Zira kapatılmadan önce Darulfünun’da 88 profesör ile 44 doçentin görev yaptığını biliyoruz.

Hasılı, Türkçü Reşit Galip varlıklarını devrimlere değil de ilim irfana adamış TÜRK MÜDERRİSLERİNİ kapı dışarı ederken, YAHUDİ PROFLARA ise, ‘Siz buyurun! dedi.

Siz olsanız bu kadar önemli bir ‘işi’ ‘kem gözlerden korumak’ için tılsımlı bir kılıf hazırlamaz mısınız? İşte size, ‘NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE’