BIST 10.557
DOLAR 32,19
EURO 35,15
ALTIN 2.429,64
HABER /  GÜNCEL

Zaman Gazetesi'nde roller değişti

Bu kez Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı sordu, Türkiye'nin en iyi röportaj yapan isme Nuriye Akman cevapladı. İlginç sorular ve Akman'ca cevaplar:

Abone ol

Ama önce Ekrem Dumanlı'nın röportajı tanıtma sözleri: Hayat, doğum-ölüm sarkacında bir nefesmiş. Tiryakisi olduğunuz Nuriye Akman’ın sayfasını bugün işgal etmiş durumdayım. Bugün o, soru soran değil; sorulara cevap vermek zorunda kalan bir insan. Çünkü o, soru sorulmayı hak edecek bir iş yaptı, roman yazdı. Birkaç ay öncesinden karşıma dikilip “Biliyorum, gazetecilikte uzun süreli izin olmaz; ama bana müsaade edin bir roman yazmam gerekiyor.” dediğinde şaşırmıştım. Ne yalan söyleyeyim önce böyle bir izne gönlüm el vermedi. Ancak bu talebe “hayır” demek hiç de kolay gözükmüyordu. Sonunda orta yol sayılabilecek bir formül önerdim. İlk bilgisayar çıktılarıyla geldiğinde “Bunu Zaman’a nasıl taşırız?” diye düşünmekten kendimi alamadım. Çünkü bizim okur, bu kitabı merak edecekti. “Sizinle arkadaşlar bir röportaj yapsın.” dediğimde “Kim?” sorusu çıktı karşıma. Gerçekten de kim yapacaktı bu röportajı. Gerçi bizde çok arkadaş var bunu layıkıyla yapabilecek. Nitekim Ali Burhan Turkuaz’da kitapla ilgili hoş bir görüşme yaptı. Zaman’da o kadar çok Ali Burhan vardı ki… Bu duruma rağmen Nuriye Akman’ın Zaman okuru ile gerçekleştirdiği özel iletişim, daha özel bir mülakat çerçevesi gerektiriyordu. Romancılık dünyasına atılan ilk adıma sembolik ve kurumsal bir dille “hoş geldin” demek gerekiyordu. Bu röportaj böyle bir atmosferde yapıldı. Ramazan’dı, konuğum orucun etkisiyle konuşmak istemiyordu, ağır bir eser yazmanın yükünü henüz omuzlarından atamamıştı… Her şeye rağmen kitaba odaklanan mülakatımızın romanı okuma arzusuna vesile olacağını ümit ediyorum. Gerçekten de okumaya layık bir roman çıkmış ortaya.… Nereden geldi aklına roman yazmak? Yaş kemale erdi, sıra roman yazmaya gelmişti zaten. İçimden bir şey beni dürtüyordu uzun zamandır. Yaş kemale erince roman mı yazılır? Evet. Yaptığın iş gazetecilikse eğer, artık onu hafifçe küçümsemeye başlarsın. Çünkü yaş kemale erince birçok şey biriktirmişsindir. Bunları hangi kalıpta anlatacaksın insanlara? Haber dili, röportaj dili yetmez. Daha derin bir dil gerekir. Bunun adı da romandır. Gerçi dünyada böyle bir şey yok. Yani “gazeteciler meslek hayatının sonuna doğru romana kayar” denemez. Ben şöyle düşündüm: Nuriye Akman biraz cüretkardır, maymun iştahlıdır. Bir de roman mı olsun dedin acaba? Yok o kadar da değil.. Tamam maymun iştahlı olduğum doğrudur. Bütün bu nitelendirmelerinizi kabul ediyorum. Yarım bıraktığım şeyler de var; ama roman öyle bir şey değil. Bu tamamen varlıkla ilgili. Çünkü, varlığın ne olduğunu her yaşta başka türlü ararsın. Gençlikte isyanla ararsın. Daha sonra düzene uygun kalıplar içinde ararsın. Tekrar çember döner başladığın yere gelirsin. Yine bir isyan dili sana gelir. Böyle bir şey bu. Bunu bir isyan dili olarak mı görüyorsun? Tabii isyan dili. Neye isyan? Her şeye isyan. İçinde seni sıkıştırdıkları kalıplara, düşüncelere. Bir de gazetecilik de beni provoke etti. Nasıl provoke etti? O kadar çok şey öğretti ki bana. Bu mesleği 20 yıldır yapıyorum. Yüzlerce, binlerce insanla konuştum. Herkesten bir şey öğrenmiş olsam... Röportaj yaparken öğrenen Nuriye Akman’dan çok öğreten Nuriye Akman var sanki. Öyle. Benim bir öğretmen edam var. Çünkü ben öğrenmeye çok meraklıyım. Düşününüz ki bir sabah kalkmışsınız nefes kelimesi..… Nereden geldi aklınıza, ruhunuza nefes kelimesi? Bilmiyorum. Yemin ediyorum hiç abartmam yok. Uykuda biri nefes diye fısıldadı, öyle uyandım. Kaç yıl önce? 5 yıl evvel Sonra... Yahu nedir nefes, ben ne yapacağım, bilmiyorum. Hiç düşünmedim. Sonra peşine takıldım. Tıngır tıngır gidiyorum. Ve bir sürü kapılar açılıyor önüme. Onu açıyorsun aa burada böyle bir şey varmış. Onu çözümlerken böyle böyle dil geldi. Dil konusu nefesten sonra gelen ikinci tema. Açık bir soru sorayım. Bu kitabı yazarken çok ağladın mı? Çok ağladım. Kendimi yerden yere attım. Hatta acaba deliriyor muyum diye düşündüm. Delirdin mi? Bilmiyorum. Ama korktum delirmekten. Hiç kolay olmadı. Zaman zaman kendimi koltuktan attım. Çıkmıyor, bu ne? Kitap bitmiyor, yazı gitmiyor diye mi, yoksa ifade mi edemiyorsun? İfade edemiyorum. Çok iyi biliyorum ne olduğunu; ama ifade edemiyorum. Öyle tıkandığım anlar oldu ki. O noktaya gelince mi ağladın? Bilmiyorum. Ben her dakika ağlarım zaten. Hiç kimse ihtimal vermiyor. Evet, hiç kimse ihtimal vermiyor. Herkes seni daha cadı... Evet cadı olduğum doğru. Ama ben çok ağlak bir insanım aynı zamanda. Her şeye ağlarım. Diyelim ki oradan bir kuş geçiyor. O kadar güzel ki kanadı. Ben durur ağlarım. Elimde değil. Eskiden de böyle miydi? Hep böyleydi. Yoksa bu daire yukarıdan aşağıya inerken mi tamamlanıyor? Belki de.. bilmiyorum. Dairenin aşağıya doğru inmesi sana neyi çağrıştırıyor? Ölümü mü? Ölüm aynı zamanda doğum demek. Ölüm duygusunu eskiye oranla daha yoğun hissediyorum. Ama Allah’tan ölüm bir son değil, başlangıç. Bunu içselleştirmişiz. Bu bizi ayakta tutan, dengemizin bozulmasını önleyen bir şey. Röportajlarda tanıdığın insanlardan izler var mı romanında? Bunu bire bir söylemek çok zor; şundan şunu aldım, bundan bunu aldım. Ama hepsi birden karışıyor beynimde, yeniden yoğruluyor. Ruh halini merak ediyorum kitabı okuduktan sonra. Hep şöyle düşündüm: Nedir ruh hali bu kitabı yazarken, vecd mi, istiğrak mı, cinnet mi, incizap mı, cezbe mi? Peki o kadar mı? Demek hissettirdi kitap. Hissettirdi bana. Mesela 19 sûreden, 67 ayetten alıntı yapmışsın. Aaa! Onları vallahi bilmiyorum. Muhittin İbn-i Arabi’den Bediüzzaman’a kadar epey bir yerde de dolaşmışsın. Bunlar beni var eden insanlar. Yani bunlardan çok şey öğrendim. Onlara da demek ki bir selam çakmışım. Ama bu böyle hesaplanıp kitaplanıp, şunu şuraya koymam lazım düşüncesiyle değil katiyen. Zaten önemli olan da hesaplanmadan almak, değil mi? Kendiliğinden geldi. Mesela Said-i Nursi, o Kürt adam girdiği zaman ona cevap verirken Gaffar’ın ağzından çıktı. Haşir Risalesi okumuş… Hakikaten bilmiyorum. Geldi yani. Kahramanımı çizerken... Nefes’te herkesin tanıdığı hırçın, cadaloz... Nuriye Akman yok. Hatta imza gizlense kimsenin aklından geçmez ki bu kitabı sen yazdın. Bu kitapta Nuriye Akman’ın bilinmeyen bir yönü mü var? Yoo... Benim için sürpriz değil. Ben zaten böyleydim. Ama öbür şapkam daha çok, ben o tarafımla ekmek kazandım. Bu tarafımı çıkarmak için bir fırsat olmadı. Doğum ile ölüm arasında kurduğun salıncakta ne buldun? Nefesi buldum işte. Bir anlık, onu anlatmak çok zor. İşte bunu buldum yani. Nasıl anlatayım onu? Sen hayatta böyle derin nefes alır mısın? Bir dönem nefes alma güçlüğü çektim. İstanbul’a gelmeden evvel Ankara’da.. Bak bu soruda kaptım bağlantıyı. Boğuluyor gibi oluyordum. Allah Allah bununla bağlantısı olabilir mi? Annem falan korkuyor, üzülüyordu. Sonra geçti. Yazım aşamalarında destek aldın mı? Çünkü çok değişik konular var; dil var, tasavvuf var, hatta zaman zaman coğrafya var, mitoloji var... Bütün bunları çalıştım 5 yıl içerisinde. Ders çalışır gibi.. Yani ders çalışır gibi. Ziraat Fakültesi’ne gittim, ağaçlarla ilgili bütün kitapları aldım. Dille ilgili Türkiye’de ne kadar kitap varsa alıp okudum. Kadın doğum kitapları okudum. Bayağı TUS Sınavı’na giren tıp öğrencisi hangi kitapları okuyorsa ben de onları okudum doğum betimlemeleri için. Bir ressam nasıl “eskiz” yapar, ben de onu yaptım ve kadın doğum doktoru olan kuzenime gösterdim doğru yapmış mıyım diye? Ondan sonra başka ne çalıştım? Ölüm! Ne kadar ölüm kitabı varsa.. ölüm kültürü, tarihte ölüm âdetleri bilmem neler. Bir doğumevine ya da gasilhaneye gittin mi? Gitmedim. Ancak yıllar evvel Hürriyet’te iken bir gassal ile röportaj yapmıştım. Ondan çok şey öğrenmişim. Annem de zaman zaman ölü yıkardı. Bazı şeyleri anlatmıştı bana. Onlar kalmış aklımda. Artı ben doğum yapmış bir insanım, yeterince iyi bir deneyim o. Hepsini birleştirdim. Akatça, Bulgarca, Çince, İskitçe, Ermenice ve daha bilmem kaç dilden tam 254 kelime kullanmışsın. Nereden buldun bu kelimeleri? Aldım. Nasıl aldın? Sözlükten mi çıkardın? Tabii tabii sözlükten çıkardım. Evin bütün koltuklarının üstü bu yazma sürecinde hep sözlüklerle doluydu. Her tip sözlükten satın aldım. Hollanda’dan Aramice sözlüğü getirttirdim, yoktu Türkiye’de. Beğendiğim kelimeleri çıkardım, bir liste yaptım her sözlükten. Yani Kur’an dışındaki şeyleri oturdun ders çalışıyormuş gibi çalıştın? Tabii. İncil mesela. Toma İncili Ahmet Yüksel Özemre sayesinde Türkçeye kazandırılmış. Oturdum Toma İncili’ni okudum. John sonuçta bir Hıristiyan yani. Her ne kadar dinle bir alakası olmasa da Gaffar’ın onu kazanması için biraz İncil okuması lazımdı. Oturduk, çalıştık. Bana bu kitaba bir isim ver desen Nefes’in dışında veya önce ben sana sorayım. Nefes olmasaydı ne olurdu? Güzel bir soru. Siz düşündünüz mü? Düşündüm. Yaa çok heyecanlı. Bilmiyorum. Ne? “Kelime”, kitabın şifrelerinden birisi kelime. Eee nefes de bir kelime; çünkü Allah öyle tarif ediyor zaten. Ben hep merak ettim, bekledim sonuna kadar da Kur’an’da bir ayet var; “Adem Rabb’inden kelimeler aldı ve tövbe etti” diyor. Bu ayeti biliyor muydun? Yok… Romanda dört karakter bulunuyor. Bunlar arasında birbirlerini bütünleyen, kare değil dairevi bir bütünlüğün parçası gibi geliyor. Sen de böyle bir şey düşündün mü? Evet önce kareydiler sonra daire oldular. Köşeleri yumuşadı, yuvarlaklaştılar, zaten olunması gereken şey de budur. Ne demek? Yani Tevhid, birliğe ulaşmak. Gaffar isminin mağfiretle bir ilgisi var mı? Tabii tamamen o nedenle. Çünkü Allah’ın Gaffar ismi temizliğe işaret eder. Affedilirsen temizlenmiş oluyorsun. Gaffar da bir temizlik yapıyor, yıkayarak gönderiyor. Onu düşünerek, bilerek, isteyerek seçtim. Tabende? Tabende, beni doğutturan ebenin ismi. Ben tanımadım, hiç görmedim. Annemin anlattığı kadarıyla biliyorum. Umarım yaşıyordur. Bu şekilde haberdar olur ve karşı karşıya geliriz. Ya Sırrı? Onun ismini değiştirdim. Başka bir şeydi; ama söylemek istemiyorum niçin değiştirdiğimi. Bir yanlış anlaşılmadan mı korktun? Evet. Algıların sır olduğu bir toplumda gereksiz yere yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermemek için üzülerek sonradan değiştirdim ismini. Romanda kullandığın semboller benim görebildiğim kadarıyla hep bir yere çıkıyor; Esma’ül Hüsna. Bununla ilgili bir çalışma yaptın mı? Yapmadım. Sırrı’nın önceki adı da zaten Esmaül Hüsna’dan bir isimdi. Öyle ama kelimelerin hası orası. Bu kitap hangi ismin yansıması sayılabilir? Hayy? Muhyi? Yumît? Bilmem. Onlar beni aşar. Onlara cevap veremem ve çok ukala olur. Hiç öyle şeyler düşünerek yazmadım. Tabii böyle de okunabilir, din dışı şekilde de okunabilir. Yol göster bize din dışı nasıl okuyacağız? Bilmem. Okunabileceğini düşünüyorum. Ortalama bir Türk okurunun eseri anlayacağını düşünüyor musun? Düşünmüyorum. O zaman biraz elit bir roman mı bu? Evet olabilir. Niye aşağı ineyim ki? Ben elit bir kadınım zaten. Bunu da yazmamı istiyor musun? Bilemiyorum. İstiyorsanız yazın. Elit film olur da elit roman nasıl olacak ki? Roman neticede. Sizin damganız o. Ben de peki dedim. Yani şöyle olsun böyle olsun diye yazmazsınız ki. Ben elit roman yazayım, aşağı tabakaya yazayım böyle düşünceleriniz olmaz. Olay az, tasvir çok. Bu, ortalama okuyucuyu biraz yoran bir şey. Tamam; ama onlar diyorum ada. Kendilerinden başka konuştukları biri yok. Kayıp bir şeyden bahsediyorum. Kayıp evet, kayıp bir dünya. Bizim arayıp bulmamız gereken kayıp bir dünya. Aslında ne aradığını bilmeyen, bir arayan o. Zaten o yüzden ona ne oluyorsa bütün tecelliler o yüzden oluyor. Aradığını bilseydi, bu sefer aklı işin içine karışmış olacaktı. Asla bulamayacaktı aradığını. Onun için o tam anlamıyla vecd halinde. Vecd haline girdiğin zaman ne aradığını bile bilmezsin. O zaman arayanın akla ihtiyacı pek yok diye düşünüyorsun. Hiç yok evet; ama değişik boyutlarda akıldan söz edebiliriz. Akla hem ihtiyacımız var hem de yok. Bunları anlatmak çok zor ya! Anlatabilsem.