“Gazze Barışı”nın Arka Planı!
“Allah’ın dışında her şey fanidir. Bazı faniler ise fena olmadan kılık değiştirerek bir fikir ve düşünce üzere kıyamete kadar kendilerini ulaştırmaya çalışır.”
Bu söz, yalnızca insan ruhuna değil, siyasetin karanlık sahnesine de ışık tutar. Çünkü bazıları ölmez; yalnızca kostüm değiştirir. Ve politikacılar, bu dünyanın en direngen hayaletleridir, er ya da geç aynı sahneye, aynı rollerle geri dönerler.
Nitekim, Filistin’in resmen devlet olarak tanınmasının açıklanmasından kısa bir süre sonra, Birleşik Krallık yönetimi, dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın sözde “Barış Anlaşması” uyarınca, Filistin’in kendi kaderini tayin sürecini perde arkasından engelleme göreviyle eski Başbakan Tony Blair’i yeniden sahneye çıkardı. Bu, Batı’nın kendine has bir “ölü diriltme sanatıydı” hem ustaca hem de iğrenç bir hamle.
Bu karar, Washington ve Londra’nın, yani genel anlamda Batı’nın iki yüzlülüğünü, sömürgeci kibirini ve insan hayatını sermaye olarak gören zihniyetini bir kez daha çıplak biçimde ortaya koydu.
Tony Blair’i Kim Hatırlıyor?
Kısaca hatırlayalım: Onun yeniden sahneye çıkışı bir tesadüf değildir; hiçbir zaman da olmamıştır. Orta Doğu halkları, Tony Blair’in adını çok iyi bilir. Çünkü o, sözde “teröre karşı savaşın” öncü isimlerinden biri olarak, dönemin ABD Başkanı George W. Bush ile birlikte 2003 Irak Savaşı’nın kara lekesine adını kazımıştır.
Blair, sahte istihbarat raporlarıyla, “kitle imha silahları” yalanını süsleyerek Britanya’yı yüz binlerce masum Iraklının ölümüne sürükledi. Bu, ona “hak edilmiş bir savaş suçlusu” unvanı kazandırdı.
Ama Britanya’nın uzun süredir emperyal bir akılla hareket eden bir ülke olduğu düşünüldüğünde, Blair’in bu tavrı kimseye sürpriz olmadı. Bu gerçek, onun “Barış Konseyi” adı verilen bir yapıda yer alması gereken en son kişi olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.
Savaşın Sonrası, Kârın Başlangıcı
Bush, köpek resimleri çizip inzivaya çekildi. Putin portreleri boyadı, tarihten silinmek istercesine. Ama Blair, savaşın ardından da Orta Doğu’nun vazgeçilmez adamı olarak kalmaya devam etti. Bu kez, “barış elçisi” maskesiyle, yine aynı masalarda, yine aynı çıkarlarla oturdu.
2007’de başbakanlıktan istifa ettikten sonra, ABD, Avrupa Birliği, Rusya ve Birleşmiş Milletler’den oluşan “Dörtlü”nün özel temsilcisi olarak atandı. Görevi, güya İsrail-Filistin meselesini çözmekti. Oysa herkes biliyordu: İsrail’le bu kadar yakın bağları olan bir elçinin, gerçek bir barışa hizmet etmesi imkânsızdı.
Blair’in diplomatik faaliyetleriyle kişisel kazanç ağları iç içe geçmişti: Arap hükümetlerine danışmanlık, JP Morgan yatırım bankasında yılda 1 milyon doları aşan bir maaşla “kıdemli danışmanlık”…
Ne hayırseverlik vardı ortada, ne insani yardım ruhu.
Orta Doğu’daki toplantılarda kimse hangi Blair’le muhatap olduğunu bile bilmiyordu: Dörtlü’nün elçisi mi? Tony Blair İnanç Vakfı’nın kurucusu mu? Yoksa Tony Blair Associates adlı danışmanlık şirketinin başkanı mı? Ama bir gerçek vardı: çıkar çatışmalarının güzelliği, her zaman birilerinin zenginleşmesiyle sonuçlanır.
2009’da Blair, Batı Şeria’da bir cep telefonu ağı kurmak için İsrail’den frekans temin etti. Karşılığında, Filistinli liderlerden bir “taahhüt” aldı.
Gazze’ye yapılan Dökme Kurşun Harekâtı (2008) sırasında 1.400 Filistinlinin öldürülmesine rağmen, İsrail’in savaş suçlarını Birleşmiş Milletler’e taşımamaları. Bu anlaşmadan hem Wataniya hem de JP Morgan büyük kazanç elde etti. Demek ki “barış elçiliği” sadece diplomatik bir görev değil, aynı zamanda ticari bir fırsattı.
Bu tabloyu gören biri için, Blair’in Trump’ın Filistin planına da ilgi duyması hiç şaşırtıcı değildir. Belki de “Tony Blair Küresel Değişim Enstitüsü” dünyayı gerçekten değiştirmeye değil, dünyanın sermaye dengelerini yeniden kurmaya adanmıştır. Batı’nın kapitalist zihniyeti, Gazze’de “özgürlük ve güvenlik” yerine yatırım ve turizm vaat ediyor.
Sanki Filistinlilerin asıl ihtiyacı, adalet değil, “yabancı yatırımcıların cömertliğiymiş” gibi!
Ve işte Batı’nın “parlak fikri”: Gazze’nin kaderini bir kez daha uluslararası savaş suçlularına emanet etmek.
Ne ironik değil mi? Ama aslında bu, Batı’nın asırlardır hiç değişmeyen tarzıdır: işgalin adını barış koymak.
Savaş Suçlusundan Barış Mimarı Olur mu?
Blair bugün yalnızca bir danışman değil; Gazze’de İsrail ve Batı’nın ortak çıkarlarını korumakla görevli resmî bir yetkili. Üstelik savaş sonrası “geçiş sürecini” yönetmesi bekleniyor.
Oysa onun Irak’taki sicili, barış adına güvenilemeyecek bir insanın portresidir. 2003’teki işgalde binlerce sivil katledildi, şehirler yerle bir edildi. Blair, yıllar sonra kitle imha silahlarının aslında var olmadığını itiraf etti. Ama hiçbir uluslararası mahkeme onu yargılamadı. Bu, Batı’nın hukuk anlayışının özetidir: Mazlumlar mezarda, zalimler kürsüde.
Bugün ise aynı kişi, yalnızca İsrail çıkarlarını gözeten bir plan çerçevesinde Gazze’nin “yeniden inşası”nın başına getiriliyor. Yani yıkımın mühendisi, şimdi barışın mimarı ilan ediliyor.
Kim Kazançlı Çıkacak?
Blair’in hedefi açık: Gazze’yi Batılı yatırımcılara açılmış bir “Riviera”ya dönüştürmek. Washington ve Tel Aviv’in çıkarlarını temel alan bu plan, Batı’ya ekonomik nefes, İsrail’e stratejik alan sağlayacak.
Peki Filistinlilere ne kalacak? Yıkıntıların arasında kiralanmış umutlar(!)
Amerika derin bir ekonomik krizde, İngiltere ise siyasi ve ahlaki bir buhran içinde. İsrail’in kazancı bellidir: yeni sınırlar, yeni üsler, yeni rantlar. Ama Filistinlilerin iradesi yine masada yoktur.
Trump, Hamas müzakerecilerine yönelik İsrail saldırılarını görmezden geldi. Mahmud Abbas’a BM toplantısına katılması için vize bile verilmedi. Bu, sadece Abbas’a değil, tüm Filistin halkına atılmış bir tokattı. Blair’in bu planın merkezinde yer alması, bu acımasız ikiyüzlülüğün en somut örneğidir. Irak’taki katliamların baş aktörü, şimdi Gazze’nin “kurtarıcısı” gibi takdim ediliyor. Ama onun “Evanjelik Yahudi” kimliğini açıkça beyan etmesi, bu görevin arkasındaki asıl amacın Filistin özerkliğini sıfıra indirmek olduğunu kanıtlıyor.
Fakat işin en düşündürücü tarafı, bütün bu olup bitenlerin dünyanın gözü önünde cereyan etmesi. Gazze, yeryüzünün vicdanını sınayan bir ayna gibi parlıyor; kim adaletin, kim zulmün yanında durduğunu gösteriyor. Batı’nın insan hakları nutukları, bu aynada birer maskeye dönüşüyor. Her gün çocukların, kadınların, yaşlıların üzerine yağan bombalar, o maskeleri birer birer düşürüyor.
Peki ya biz, Müslüman Türk milleti olarak nerede duruyoruz? Bu soru, sadece siyasi bir sorgulama değil; vicdani bir muhasebedir. Çünkü bizim tarihimiz, mazlumun sesiyle yazılmıştır. Bizim ecdadımız, zulmü gördüğünde susmamayı bir şeref bilmiştir. Bugün aynı ruhu, aynı sorumluluğu taşımamız gerekiyor.
Her susuş, zalimin cesaretini artırır. Her kayıtsızlık, bir çocuğun daha gözyaşı demektir.
Oysa biz “İnsanlar arasında en hayırlınız, insanlara faydalı olandır” buyuran bir Peygamber’in ümmetiyiz. Bizim adalet anlayışımız, sınır tanımaz. Gazzeli çocuğun gözyaşı da, Maraşlı yetimin duası kadar bize emanettir.
Bu yüzden Filistin davası bizim dış politikamız değil, imanımızın bir parçasıdır. Filistin için yazmak, konuşmak, düşünmek… Bunların her biri bir direniş biçimidir. Çünkü kelimeler, bazen bir mermiden daha etkilidir.
Zulme sessiz kalmamak, sadece bir duruş değil, bir kulluk vazifesidir. Rabbimiz Kur’an’da “Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur” buyuruyor.
Bu ayet, her Müslümanın yüreğine kazınmalıdır.
Bizim kalemimiz, kalbimizin sesidir. Ve kalbimiz, Gazze için atıyorsa; kalemimiz de oraya yönelmelidir. Bir köşe yazısı belki bir duvarı yıkmaz ama bir vicdanı uyandırabilir. Belki bir zulmü durduramaz ama bir yüreğe cesaret verebilir.
Nihayetinde her şey Allah’ın takdirinin tecellisidir, mühim olan imtihanın ortasında kalmış bu ümmetin O’nun yoluna sarılıp sarılmayacağı, ehl-i küfrün oyun ve planlarınının farkında olup bozmaya çalışıp çalışmayacağıdır.
Selâmetle..