Belki de son beş yıllık dış politikamızı özetleyecek en ince
tabirdir mahalle maçının ortasında “topunu alıp
giden” çocuk… Tıpkı onun gibi kafası attığında
küsen, oynamıyorum diyen ve durmadan şikâyet eden bir hale
büründük.
Kızdırırlarsa ikili ilişkileri kesiyoruz, diplomatlarımızı geri
çağırıyoruz, medyan okuyoruz… Ama unuttuğumuz bir şey var ki, onlar
bir şekilde maça devam ediyorlar. Yani bizim topumuz olmazsa da,
başka bir top bulup kaldıkları yerden yeni bir oyun
başlatıyorlar.
***
Biz onurlu ve dik duruşlu diplomasiyle, efelenmeyi birbirine
karıştırır hale geldik. Kendi yarattığımız dünyada, egosantrik bir
çılgınlığın içine gömüldük.
Bizim penceremizden bakarsak;
Uluslararası mecrada herkese haddini bildiriyoruz, cevapsa cevap, lafsa laf…
Hiçbir ülke lideri sözümüzün üstüne söz söyleyemiyor,
Kimsenin bizi test etmek gibi bir şansı yok,
Obama zaten Türkiye olmadan Ortadoğu’da taş kıpırdamayacağını
biliyor,
Avrupa ile Asya’yı birbirine öyle bağlamışız ki kör düğüm olmuş,
artık kimsenin açmaya kudreti yok. İnanmazsanız yüz göz olmayıp
ilişkileri maslahatgüzar seviyesine indirdiğimiz devletlere sorup
öğrenebilirsiniz. Kızarsak topumuzu alıp gideriz, oynamayız.
Dahası, seçmene şikayet ederiz. Onlar da gereken haddi
bildirir.
***
Oysa AK Parti uluslararası arenada masada olmayı, diplomatik
ilişkileri olabildiğince yüksek düzeyde tutmayı hedef edinen bir
vizyonla yola çıkmıştı. Aktif bir dış politikayla durması gereken
yeri doğru seçerek ve konjonktürün de avantajıyla gelmek istediği
yere yaklaşmıştı. Fakat hem iç siyasette yaşananlar, hem de buna
bağlı yıllardır toplumda Dünya’ya meydan okuyamamanın ve bir karşı
duruş sergileyememenin getirdiği birikim; bu sert çıkışların bir iç
siyaset malzemesi olarak kullanılmasına neden oldu. Bakkal Sadık
abi ekranın karşısına geçtiğinde gururlanarak diyor ki “Vay
be başbakanıma bak! Nasıl da lafını esirgemiyor.”
Ama aynı Sadık abi, akşam haberlerinde gurur duyduğu açıklamanın
tam tersi demeci yine kendi Başbakan’ının ağzından dinlemek zorunda
kalıyor. Çünkü iktidar, peşmergelere açılacak koridarda, PYD’ye
ulaştırılacak silahlarda ya da örneği artırılabilecek birçok diğer
olayda kendi iç dünyasında hissettiği duygularla reel politiği
birbirine harmanlıyor. Uluslararası siyasetin dinamiklerini bir
kenara koyup tüm kontrol avuçlarının içindeymiş gibi hissettirmeye
çalışıyor. Fakat her seferinde vaziyetler, bunun doğru olmadığını
yüzümüze vuruyor.
***
Ve buna mukabil herkes de bir rehavet durumu var. Sanki bir
kabulleniş… Kimse neden böyle oluyor diye sorgulamıyor. Hani o çok
imrendiğimiz batı medeniyetleri var ya; oralarda 12 saatte demeç
değiştiren bir lider söz konusu olsa, ne oldu da demeç değiştirdi
diye feryat figan koparılır. Oysa bu tutum biz de, bir dış politika
geleneği olarak kayıt altına alınacak kadar sıradan bir hale gelmiş
durumda. Bizim için önemli olan; “Bağırdık mı?,
Ahkamımızı kestik mi?, sesimizi yükseltik diye Necati dayı kendini
emin ellerde hissedip daha güvenli uyuyacak mı?” gibi
sorular. Bu perspektif, bir dış politika tarzı olarak yeterli
görülüyor.
Oysa ulusal güvenlik ve ona bağlı konular teknik mevzulardır.
İnce hesaplardır. Koskoca ülkenin bekası, Necati dayının egosunun
tatmin olup olmamasına bağlanamaz.
Bu sebeple egomuzu bir kenara asıp, onurumuzu da elden
bırakmadan ve ayağa düşürmeden yeni bir dış politika tasavvuruna
ihtiyacımız yok mu?
Her olayda efelenmek yerine, ayakları yere basan söylemler
üreten bir dış politika adabına ihtiyacımız yok mu?
Ha dostlar siz söyleyin, yok mu?