Aralık 2010’da Tunus’ta Tarık el Tayyib Muhammed
Buazizi adlı seyyar satıcının içinde bulunduğu yaşam koşullarına
isyan edip kendini yakarak intihar etmesi üzerine başlayan Arap
baharı bu coğrafya (orta doğu) ile ilgili oyun kurucu aktörlerin
belki de tüm planlarını bozdu.
Peki nasıl bir plan vardı?
Batı için bu coğrafya üç temel özelliğinden dolayı
asla ihmal edilmeye gelmez. Zira ihmal ettiklerinde kendi
geleceklerini tehlikeye atmış olacaklarına inanıyorlar. Bunlardan
birisi var olan İslam dinidir, birisi yer altı kaynaklarıdır bir
diğeri de sosyolojik ilişki biçimidir.
Arap baharından önce bu üç temel faktör yani islam,
yer altı kaynakları ve sosyoloji son derece eskilere dayanan bir
politika ile kontrol edilip elde tutulmuştu. Hatta yakın gelecekte
meydana gelebilecek olan değişimleri de kontrol edebilecek bir
mekanizma da hep yedekte bulunduruluyordu.
Batının bu alanlar ile kendi varlığı arasında var
oluşsal bir ilişki kurması da son derece doğru bir okumadır.
Çünkü:
İslam, batıyı var eden temel felsefeye kaynaklık eden
inancı hükümsüz hale getirdiği iddiasındadır ve bu konuda da onları
umut kırıklığına uğratacak bayağı tarihsel bir tecrübe de
mevcuttur. Ki İsrail ile kurulan derin ittifakın arkasında da bu
konuda kendilerini destekleyecek bir güç olarak görülmesi vardır.
Yahudilere karşı nasıl bir kin sahibi olduklarını anlatmaya gerek
yok sanırım.
Batı, bugün sahip olduğu refahı yüksek katma değerli
üretim ve tüketimle sağlamaktadır. Yüksek katma değerli üretimin
elde edilmesine giden yol, düşük maliyetli üretimden, neredeyse
bedavaya alınan ham maddeden, buradaki yer altı kaynaklarını elde
tutmaktan geçmektedir.
Bir diğer konu da şudur ki Batı, eğer dünyada var
olan toplumsal ilişki biçimlerini kendi ekseninde oluşan bir
hiyerarşi ile konumlandırmazsa sahip olduğu bu egemen olma,
muktedir pozisyonunu kaybedecektir.
İşte Arap baharı bu geleneksel kurguyu tehdit eden
bir hareketlenmeye neden oldu.
Tehlikenin farkına varan Batı, yerli işbirlikçileri
üzerinden yepyeni bir oyun kurmaya başladı.
Bu oyunun şu an görünen üç aktörü/kurgusu var.
Bunların birisi DEAŞ, birisi Abdülfettah El Sisi ve birisi de
Gülenizmdir.
DEAŞ üzerinden islamı, Sisi kurgusu ile toplumu ve
Gülenizm üzerinden de sosyolojiyi kontrol etmeye devam etmek
istiyorlar.
DEAŞ terörünü göstererek İslam’ın başka inançlar
karşısında bir varlık gösteremeyeceğini, Sisi üzerinden ekonomik
göç sahibi olmayanın bir hiç olduğunu ve Gülenizm üzerinden de
dünyadaki iktidar hiyerarşisinde batının hep en üstte olduğunu
göstermeye çalışıyorlar.
Dikkat edin, Gülenciler için hem gündelik hayat hem
de dini düşünce ve siyasi tavır belirlemek için temel referans
geleneksel değerler ya da kaynaklar değil batıdır, “anavatan”dır,
Amerika’dır. Bundan dolayı da onlar için birleşmiş milletler
binasında bir toplantı yapmak, New York Times’te bir makale yazmak
cennetin kapısını açmakla eş değerdir.
Neo-Ergenecon tosuncuklarının “Cihadistlerin,
radikallerin alternatifi biziz” derken gözlerindeki parıltıya
dikkat edin.
DEAŞ’ın İslam’a karşı kurgulanmış çok özel bir
operasyon olduğunun en açık kanıtı, PKK terör örgütünün bu alan
üzerinden mütedeyyin Kürtleri dinden koparmak için çok özel bir
kara propaganda yürütmüş olmasıdır.
DEAŞ üzerinden batı dünyadaki Müslümanları, PKK da
Kürtleri kendi dinlerine, İslam’a düşman hale getirmeye
çalışıyor.
DEAŞ’a katılmak üzere İngiltere’den Türkiye’ye gelen
kızları Suriye’ye geçirenin Kanada’lı bir ajanı olması söz konusu
örgütün ne kadar işlevsel olduğunu gösterir. Üstelik Kanada, siyasi
ve diplomatik çevrelerde bu konularla hiç ilgilenmeyen bir ülke
olarak bilinirdi. Emperyal hayalleri olmayan çoğulcu bir
ülkeydi.