Bayram münasebeti ile farklı meclisler içerisine girdim. Farklı
mekân ve ortamlara gidip zaruretten mülhem gözlem
yapma durumunda hissetim kendimi.
Bayram neşesinin mutluluğunu mahremiyet sınırlarının
dışına taşıyarak sosyal medyada değerlerini ve
güzelliklerini yabancı gözlerin beğenisine sunanları
müşahede ettim!
Müslümanların sınır tanımaksızın lüksün ve
rahatlığın girdabında boğulmak üzere olduğunu gördüm!
Bu girdap sadece münferit değil toplumsal olarak da vatanımızın
bekasına zarar veriyor.
28 Şubata yetişmiş ve o dönemleri yaşamış
olarak şunu söyleyebilirim ki; horlanan, dışlanan, ötekileştirilen,
yönetenlerin arızalarından dolayı ülke olarak da
kaosun hâkim olduğu, yaşam standartlarının oldukça düşük olduğu
dönemlerdi Müslümanlar için.
Elimizdekileri almaya yönelik hamleler
bizi biraz daha kenetler, saflarımız daha sıklaşırdı.
Baskıya karşı öncelikle elimizdekini koruyup
muhafaza etmenin ve sonrasında ise direnişin,
kenetlenmenin en güzel örneğini verdiğimiz zamanlar idi.
Bu direniş, şahsiyet ve karakterin ayrılmaz bir
parçasıydı. Ve Allah ile münasebeti
koparmamaya çalışan Müslümanlar idik.
Hz. İbrahim’in, Eyyub'un, Yusuf’un, Yunus’un niyazları ile
Yaradanın kapısını vuruyor,
dualar ve yakarışlarla yalnız O’ndan istiyorduk.
Dualar ve kulluğumuzu gören Allah müjdesini Tayyip
Erdoğan'ı göndererek verdi.
Nimet verilenler için en önemli özellik istikamet
üzere olmaktır.
Yıllar sonra sıkıntıların peyderpey azaldığı günlere erdik.
Müslümanların ezildiği günlerden, hak ettiği konum ve
sınıflara geldiklerini gördük.
Biz Allah'a yöneldik ve O'nun emrettiği gibi
yaşamaya başladık. O'da yaşantımıza göre bizi
ödüllendirdi.
Ve bizden birisi ile bizim yönetilmemize müsaade
etti.
Yeni nesle, yaşanan zulmün, omurgalı duruşun ve Allah'ın
emirlerinin dışına çıkılamayacağının öğütlemesi yapılsa
keşke!
İlkeler değişmeye, duruşlar gevşemeye başladı
zamanla…
Rahatlama ve konforun, yüreği nasır tutmuş
günümüz Müslümanlarında bıraktığı tesir farklı olmakta!
Hayat tarzımıza her türlü müdahaleyi yapanların
kimliğine bürünür olduk!
Hilkat şeytana meyillidir. Kalplerimiz pişmiş
değil, nefislerimiz ise hep daha fazlasını ve dünyayı arzulamaya
meyyal yaratılmış mahiyette.
Rektöre, çevreye, topluma, erke direnen ve dünyasını
satmamayı tercih eden duruşlarımız; rahatlama ile birlikte
çözülen ve şahsiyetli Müslüman kimliğinden çok rahat taviz verir
konuma nasıl geldi?
Bugünlerde biz Müslümanların yaşantılarında ki laçkalık,
yozlaşma ve bozulma ile Erdoğan’ın elimizden
alınması pek tabi mümkün değil mi?
“Senin için her şeyi yaparız, sen olmazsan bu vatan
olmaz” hamaseti ile Erdoğan’ın fiziki
olarak ya da statü olarak başımızda olmasını kast etmiyorum.
Bu şekilde anlaşılmaya karşın zaten en güzel cevabı kendisi
veriyor; “Kim 'ben olmazsam bu dava olmaz'
diyorsa büyük bir kibir içindedir. Kim 'şu olmazsa dava
olmaz' diyorsa o da büyük bir yanılgının
içindedir.”
Rabbimiz, şekavet karşılığında vesile olarak Erdoğan’ı
seçerek bu vatan evlatlarına nefes aldırmıştır.
Önemli olan sebepler dairesinde Müslümanların
müjdelenmesidir.
Konjonktürel olarak önümüzdeki orta vade sürecinde uluslararası
muvazene gözetilerek denklemler kurulduğunda; Erdoğan‘sız
bir Türkiye, tarihinde görmediği kadar kaos ortamının
ortasında kalacaktır.
Bu yüzdendir önce nefsime sonrasında ise Müslümanlara bu uyarı
yazısı!
Rabbimiz dünyadan ve çekiciliğinden, Müslümanların içinde
bulundukları hal üzere kalmaları tehlike arz ettiği için zahiren
belâ gibi görünen şeyleri bizlere gönderebilir!
Elimizden alabilir, zorluk günleri tekrar
başlayabilir!
Sizce bunun sinyalleri verilmiyor mu?
Bu sinyalin müsebbibi, duruşlarını ve saflarını
bozmuş, dava endişesi kalmamış, mahremiyet sınırları yerle
yeksan olmuş biz Müslümanlar olabilir miyiz?
“Ne hal üzere isek başımıza öyle yöneticiler
gelecektir.”
Bu hüküm doğrultusunda savrukluğumuz, dağınıklığımız, değişen
hassasiyet ve dünyevileşmemizle, bozulan kalp ve niyetlerimizle bu
halin devam edeceğini mi umuyoruz?
Ellerimizle yaptıklarımız yüzünden
Allah'ın Erdoğan'ı bizden almasına razı mıyız?
Ne dersiniz…?