Umur Talu'nun dili tutuldu!
Abone olSabah yazarı okurlarından özür diledi ve dilinin tutulma nedenini okurlarıyla şu sözlerle paylaştı.
Umur Talu, diyor okurlarına ve sözü Ankara'daki tartışmalı
"kahvaltılı sohbet" toplantısına getiriyor. Hem de ne getirme..
İşin ilginci dili tutulurken Talu'nun hafızasında bir canlanma
meydana geliyor. İyisi mi çok fazla uzatmadan, sizi Talu'nun
yazısıyla başbaşa bırakmak:
"Başka şeyler yazmış olsam da haftayı
duygulanarak geçirdim. Medyadaki bağımsızlık tutkusuna duygulandım.
Gözlerim doldu mu, söyleyemem, ama içim bir tuhaf oldu.
Sonra, kendime baktım; mesleki tepkide ne kadar yaya
kalıyordum.
Üzüldüm!
ooo
Başbakan'ın "Kıbrıs'la ilgili haberler ve yazılarda özdenetim
ricası" diye tashih ettiği ve genellikle "sansür, otosansür" isteği
şeklinde anlaşılan sözlerine verilen, "basın hürdür" tepkisi
vesilesiyle oldu bunlar.
Ne kadar hür ve ne kadar gürdü o sesler.
Başka zaman olsa, öfke seline katılmaz mıydım? Bir saniye duraklar
mıydım?
Ne olmuştu bana, neden atalete gömülmüştüm?
Ahmet Çakar'ın vuruluşuna da çok üzülmüş, zorbalığın cüretine
öfkelenmiştim.
Ama bir dipnotla olsun gıkım çıkmadı.
Neden böylesine sessiz, tepkisiz oluvermiştim birden; her yandan
çok kişi esip gürlerken.
Utandım!
ooo
"Metal yorgunluğu" gibi bir şey olmalı bu: "Mental" yorgunluk, akıl
tutulması, dil tutulması. Yürek yorgunluğu. Vicdan tutukluğu.
Neden, ama neden?
Önemsememek değil, söyleyecek laf bulamamak ve umursamazlık değil.
Bir yorgunluk, bir tutukluk işte!
Galiba şundandı:
Yazacak, ses verecek, en azından kelimelerle müdahale edecek bir
imkanınız olmasına rağmen, birden hayretten ağzı açık seyirci
pozisyonuna düşüyordunuz.
Bildikleriniz, hatırladıklarınız, unutmadıklarınız,
huysuzluklarınız, huzursuzluklarınız; önünüzdeki kıpır kıpır
bağımsızlık, özgürlük, hak-hukuk humması karşısında apışıp kalıyor,
küçük dilinizi yutturuyordu.
"Basın özgürlüğü, demokrasi, çok seslilik" gibi değerler açısından
olgunlaşmamış olduğunu düşünsem de, sanki Tayyip Erdoğan'dan şöyle,
delikanlıca bir karşı cevap bekledim:
"Yahu hiç mi sansür yapmadınız, hiç mi otosansür
uygulamadınız!"
O bunu söylemedi; ben daha da bitkin düştüm, mesleğim adına artan
duyarlılığın yarattığı sevince rağmen, hafızanın, arşivlerin
tutsaklığından çıkamadım.
Hepsi, yıllardır hangi haberlerin konulmadığını, hangi ricalarla ya
da isteklerle hangi haberlerin verilip hangi manşetlerin atıldığını
bilen, nelerin gizlendiğini unutmaması gerekenlerin "basın
özgürlüğü" tutkusu karşısında, içim almadı kolektif tepki seline
kapılmayı.
Sanki hepimiz bir ikiyüzlülük, bir riyakarlık ordusunun
neferleriydik de, oradan sessizce firar etmeye çalışıyordum!
Tam da bir "28 Şubat" haftasında.
Gözümün önümden, çalıştığım çalışmadığım gazetelerde, kimisi şimdi
"basın özgürlüğü"ne aşırı titizlenen heyetlerin de marifetiyle,
bazen başbakan ricası, bazen asker talebi, bazen reklamveren
korkusu, bazen "devletin bekası", bazen menfaat icabı, bazen halkın
eğilimleri, inançları, tepkisi endişesiyle sansürlenen,
otosansürlenen yahut gazlanan haberler uzun bir filmin hızlı
gösterimi gibi geçip gitti.
Başbakan yardımcıları, genelkurmay ikinci başkanları, işadamları,
grup şirketleri, cezaevi baskınları, yasaklanan ya da bazı
bölgelere sokulmayan küçük gazeteler, gazetecilik yapmaya
çalışırken vurulan şöhretsiz gençler, tank ihaleleri,
kayınvalideler, içinden isim silinmiş yolsuzluk listeleri,
koyulmayan yazılar, kovulan gazeteciler, brifingler, sorulmayan
sorular, tek tip manşetler, ele tutuşturulmuş haberler, elden
teslim başlıklar, genç muhabirlerin boşlukta kaybolan "Yazdım, ama
yayınlamıyorlar" hüsünleri, hasıraltı banka dosyaları vesaire
vesaire, birbirine karıştı.
Geçip gitti ve "sansür, otosansür ricası"na öfke selinde dondum
kaldım.
Aptallaşmış ve yorulmuş! "
Kaynak:
Yazı: Umur
TALU