Türk askerine kötü davrandılar
Abone olSüleymaniye Baskını'nı yaşayanTodd'un izlenimlerini yayımlamaya devam ediyoruz.
İnternethaber, tüm medyanın gözünü kapadığı ve görmezden geldiği
Süleymaniye Baskını izlenimlerini yayımlamaya devam ediyor. Irak'ta
kalan kızını kurtarmak için bu ülkeye giden Michael Todd,
Süleymaniye'deki birliğimize gittiğinde, hem baskına şahit oldu,
hem de gözaltına alındı. Todd, yaşadıklarını Evrensel Gazetesi'ne
büyük bir açıkyüreklilikle anlattı. Biz de Evrensel Gazetesi'nde
yayımlanan, ancak medyanın görmemekte ısrar ettiği bu izlenimleri,
sizinle paylaşıyoruz. İşte Todd'un izlenimlerinin ikinci bölümü:
Açık cezaevinde üç zorlu hafta “Savaş esiri” olmak tek sorun
değildi. Bağdat Havaalanı’ndan çıkıyorduk. Yol tanklar ve yanmış
araçlarla doluydu, etrafta büyük hasar vardı. Bir pusu sonucu
ölebileceğimizi düşündüm. Askerlerin elleri tetikte, bize
bakıyorlardı. İki katlı bir binanın önünde durduk. Karşılama heyeti
40 asker, birkaç zırhlı ve tepemizde uçan helikopterlerden
oluşuyordu. Binaya girdik. İçerideki askerler, sanki 11 Eylül
saldırılarını yapan bizlermiş gibi bakıyorlardı. Yeni cezaevimiz
Küçük bir kapıdan geçtikten sonra, yüksek dikenli tellerle karşı
karşıya geldik. Tellerin arasındaki gedikten geçirilerek, yeni açık
hava cezaevimize adım atmış olduk. Türkler orada, haki yatakların
üzerinde oturuyor, sohbet ediyorlardı. İçinde tutulduğumuz küçük
alanın etrafında 40 civarında pencere vardı, hepsinin önü de asker
doluydu. Tuvalete gitmemize izin verilmiyordu; bunun yerine küçük
bir karton kutu verdiler. İşemek için ise, bir şişe kullanıyorduk.
Sürekli gözlendiğimiz için, bu çok aşağılayıcı bir davranıştı. Her
hareketimize şüpheyle ve düşmanlıkla bakan askerlerle çevriliydik.
Ertesi sabah erkenden, teker teker sorguya çıkarıldık. İlk giden
Türk özel kuvvetlerinin şefi oldu, ben ise sonlara yakındım. İki
silahlı asker eşliğinde, bir masa ve iki sandalyenin bulunduğu
dağınık bir odaya sokuldum. Tişörtleriyle oturan iki subay
tarafından sorgulandım. Tişörtle oturmalarının sebebi,
ceketlerinden isimlerini okumamızı istememeleriydi. Ne desem boş...
Bana, Türklerle ne ilişkim olduğunu sordular. Onlara, kim olduğumu
ve Irak’ta ne aradığımı kanıtlayan belgelere sahip olduğumu
söyledim. “İlgilenmiyoruz” yanıtı beni afallattı. Sanki
Amerikalılar, bir karar vermişlerdi ve bu kararın yanlış çıkmasını
kaldıramayacaklardı! Ne dersek diyelim, ne gösterirsek gösterelim,
onların gözünde “terörist şüpheli”ydik. Gerçeklerden korkuyorlardı.
Bana askeri eğitimimi nerede aldığımı, kime çalıştığımı, kimi
öldürmeye geldiğimi sordular. Onların bu cehaletlerinden bir an
önce kurtulmalarını, orduyla bir an önce ilişkilerini kesmelerini
dilemekten başka bir şey yapamazdım. Bir M16 gösterdiler ve alıp
kullanmamı istediler. Ben silah sevmem ve zaten anlamam, dokunmak
istemedim. M16’nın, İngiltere’de yaşadığım karayolunun adı olduğunu
söyledim, ama bu espriye hiç gülmediler. Sonunda, Türk özel
kuvvetleriyle bağlantılı olduğumu düşündüklerini anladım!
Binbaşının anlattıkları Sorgudan sonra, diğerleriyle yakınlık
kurmanın zamanını geldiğini düşündüm. Sıcak büyük sorundu. Çatı
olmadığı için adeta yanıyorduk. Gölgede kalmak için, bir köşeye
sıkışmak zorundaydık. Kısa zamanda, savaş esiri dostlarımla
tanıştım. Özel kuvvetlerin şefi, bir binbaşıydı. Umarım önümüzdeki
haftalarda Türkiye’ye gelip, onlarla tekrar görüşebilirim. Binbaşı
bana, Amerikalıların baskınını anlattı. Duyduklarım hiç hoş
değildi. Amerikalıların davranışı utanç vericiydi; çünkü Türkler
onları hoş karşılamıştı. Böyle davranılmayı hak etmiyorlardı.
Binbaşı’nın sırtındaki izleri gördüm, tekmelenmişti. Bu adama
duyduğum saygıdan ötürü, neler olduğunu tam olarak anlatmak
istemiyorum. Türk hükümeti talep ederse, Kuzey Irak’ta gördüğüm pek
çok hassas olayı, konuyu onlara eksiksiz aktarmaktan memnuniyet
duyarım. ‘Komutan’ Michael Todd! Pazar gününün çoğu, yine sorguda
geçti. Binbaşı, “Amerikalılar bana, senin Türklerin komutanı olup
olmadığını sordular” deyince iyice şaşırdım. Şaka yaptığını sandım,
ama ciddiydi. Üstelik diğer Türklerin bazılarına da aynı soru
sorulmuştu. Anlayamıyordum. Bu askerler hiç okula gitmemiş miydi?
Çok erken yaşta mı beyinleri yıkanıyordu acaba? 10 yaşındaki
çocuklar bile Amerikan askerlerinden daha sağduyuludur. İlerleyen
saatlerde, bir Amerikalı general geldi ve Türk binbaşıyla konuştu.
Binbaşının dışarı çıkmasına, uydu telefonuyla görüşmesine izin
verdi. Bu görüşmenin ardından, ellerimiz kelepçeli olsa da tuvaleti
kullanmamıza izin verildi. Bu sırada yanımızda iki silahlı asker
vardı; portatif plastik tuvalet ise berbat kokuyordu. Üstelik biz
işimizi görürken bütün silahlar üzerimize dönüktü. Tam bir
çılgınlık. Siyasi krizin yansımaları Binbaşı, Türk ordusunda “üst
düzey” birisiyle görüştüğünü ve ertesi gün serbest
bırakılacaklarını söyledi. Benim de bırakılacağımı düşünmüştü,
hepimiz çok sevindik ve bir şişe pis suyla bunu kutladık.
Söylentilere göre, tutulduğumuz yeri bizzat ABD Başkanı Bush
aramıştı. Bu büyük bir olaydı; Binbaşı, iki hükümetin konuyu
tartışmakta olduğunu anlattı. Pazar gecesi kimse uyumadı, çünkü
pazartesi sabahı 5’te serbest bırakılacaklarını haber almıştık. Bol
bol konuştuk, onlara müstehcen George Bush fıkraları anlattım. Bana
ne olacağını bilmiyordum, bu yüzden hazırlık yapmadım. Saat 5
olduğunda emir geldi ve özel kuvvetler ayağa kalktı. Ama benim
onlarla gidemeyeceğim söylendi. Umutsuzluğa kapıldım. Vedalaşırken
bana, Türkiye’de medyayla temas kuracakları sözünü verdiler.
Bağdat’ta tek başına... Gitmelerinden iki saat sonra, açık
cezaevinden çıkarıldım ve subayların kullandığı bir odaya sokuldum.
Benim için 12 silahlı asker ayrılmıştı; 2’şer saatlik nöbetler
tutuyorlardı. Uyurken bile, bir metre ötemde üzerime doğrulmuş bir
M16 eksik olmuyordu. Bu çılgınca koşullarda 3 hafta geçirdim.
Telefon etmeme izin yoktu. Ne Bağdat’taki İngiliz Büyükelçiliği’ni
arayabiliyor, ne de bir avukatla konuşabiliyordum. Askerlere, “çok
tehlikeli” olduğum söylenmiş, benimle asla konuşmamaları tembih
edilmişti. 8 Temmuz Salı günü, İngiliz diplomat Richard Webb beni
görmeye geldi. Ona hikayemi anlattım. Serbest bırakılmam için
çalışacağını söyledi, ama dediğine göre binadaki tek bir subay
bile, benim neden tutulduğumu bilmiyordu. Onlara, bu vakanın “üst
düzey” olduğu söylenmiş, burada uzun bir süre tutulabileceğim de. 5
gün sonra, banyo yapmama izin çıktı. Silahlı muhafız eşliğinde,
binanın tepesine çıkarıldım. Giysilerimi çıkarmamı istediler. Bir
asker su döktü, diğeri silahı üzerime doğrultuyordu. Bağdat
Havaalanı’nın tepesinde, ne tuhaf bir manzara! Ordu gazetesinde bir
haber “Stars&Stripes” adlı ABD ordu gazetesini okumama izin
vardı. Orada, Süleymaniye baskınıyla ilgili bir AP haberine
rastladım ve iki sebepten ötürü, şok oldum. Birincisi; Türk
dostlarımın tutuklanmasının büyük bir siyasi soruna dönüştüğünü
anlamıştım. İkincisi, haberde bana dair tek kelime yoktu.
Amerikalılar, medyaya benden bahsetmemişti bile. İyi ama, neden?
Acaba, kızını arayan masum bir adamı “ele geçirmiş” olmanın
utancını yaşamak istememişler miydi? İngiliz diplomatın ikinci
gelişinde, ona kaygılı olduğumu anlattım. Birden, önüme büyük bir
fırsat çıktı. Diplomat, İngiltere’de telefon etmek istediğim kimse
olup olmadığını sordu. Ona, bir İngiliz ajansında çalışan bir
dostumun telefonunu verdim. Birkaç gün sonra, diplomat döndü ve
olayın İngiltere’de haber olmak üzere olduğunu söyledi. İşler
lehime dönmüştü. Nihayet, 26 Temmuz tarihinde, tek bir özür bile
almadan, serbest bırakıldım. İki silahlı İngiliz askeri eşliğinde,
Bağdat’taki İngiliz Büyükelçiliği’ne götürüldüm. 6 gün boyunca
orada kaldıktan sonra, askeri bir uçakla İngiltere’ye döndüm.
Önümüzdeki günlerde ABD başkenti Washington’a gidecek ve Amerikan
hükümetine baskı yapmaya çalışacağım. Basın toplantıları
düzenlemek, ordularının bana ve Türk dostlarıma neler yaptığını
anlatmak istiyorum.