Türkiye'nin en büyük sorunu tek sesliliğin çok seslilik gibi
gösterilmesi ve medyadaki tek seslileştirmedir..
Medyayı kontrolleri altında tutanlar şüphesiz bu görüşe karşı
çıkacaklardır. Demokrasiden, insan haklarından, özgürlüklerden,
farklılıkların zenginlik olduğundan bahsedeceklerdir. Hatta
Türkiye'nin hiç bu kadar renkli olmadığından dem vuranlara dahi
rastlanabilecektir.
Fakat mesele tam da budur: çok seslilik edebiyatı Türkiye'nin
koyu bir tek seslilik tiranlığı haline geldiğini artık
gizleyememektedir. Kalemiyle Türk insanının ve Türkiye'nin kadim
çıkarlarını korumaya çalışanlar tasfiye edilmekle kalmayıp
marjinalleştirilmektedir. Kurucu ruhu ve değerleri savunan her
aydın ne idüğü belli olmayan statükoya hizmet etmekle suçlanmakta,
içe kapanmayı ve dünyadan kopmayı istemekle itham edilmektedir.
Kendi teksesliliklerini çok seslilik diye yutturmak isteyenlerin
fütursuzlukları o kadar artmıştır ki, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısının anayasadan ve yasalardan kaynaklanan görevini yapması
konusunda yasaları açıkça çiğneyerek yorumlarda bulunmakla
kalmayıp, kendilerine bunu yanlışlığını hatırlatanlara
anti-demokrat yaftasını yapıştırabilmişlerdir. Buna karşılık,
giderek bir cadı kazanına dönüşmekte olduğunun açık sinyallerini
veren bir operasyonda en temel hakların çiğnenmesine kayıtsız
kalınmıştır. Hatta bazıları tarafından neredeyse açıkça
savunulmuştur. Durumun vahameti, İlhan Selçuk'un zaten hassas bir
seyir takip eden sağlığını bozan ve onu ölüm kalım noktasına
getiren göz altına alma ve sorgulama olayıyla, o da ancak kısmen,
ortaya çıkmıştır. Kısaca Türkiye, ısrarla çok seslilik görüntüsü
verilmeye gayret edilip, bütün büyük değerlerin kendisini kamufle
etmek için akıl almaz bir şekilde suiistimal edildiği bir teksesli
zorbalık döneminden geçmektedir.
Önümüzdeki mesele, kendisini maskelemekte ve olduğundan başka
göstermekte iyice maharet kazanmış olanların Türk Milletini ve
Türkiye'nin geleceğini iyiden iyiye tehdit eden bu zorbaca
tekseslilikleştirmeye direnme ve onunla mücadele etme meselesidir.
Gitgide ağırlaşan ekonomik şartlar altında bir hayat mücadelesi
veren, gerçek anlamda seçim yapma kriterlerinden gitgide
uzaklaştırılan ve bu uzaklaştırma operasyonu da ahlaksız bir
popülizmle kamufle edilen bir sosyal vasatta insanımızdan böyle bir
mücadeleyi beklemek gerçekçi değildir. Üstelik haksızlıktır. Bunu
yapabilecek olanlar ve böylece insanımızın gerçeklerin farkına
varmasını sağlayabilecek olanlar sadece ve ancak Türkiye'nin
Cumhuriyetçi kurucu ruhuna ve değerlerine samimiyetle bağlı olan
donanımlı milli unsurlardır.
Milli unsurlar, Türk İnsanının, kendi çıkarlarını, geleceğini,
onu var eden Cumhuriyetçi kurucu ruhu ve değerleri işitemez hale
getiren bu tekseslileştirmeye karşı güçlü bir mücadeleyi başlatmak
mecburiyetindedirler. Bu onların kurucu ruha ve değerlere karşı
manevi borçları ve sorumluluklarıdır. Ayrıca kelimenin gerçek
anlamıyla hayatta kalabilmelerinin yegane şartıdır. Çünkü bu
demokratik mücadeleye girişmedikleri takdirde sadece kendi
seslerini ve mesajlarını duyuracak bütün araçların ortadan
kaldırılmış olmasının acısını yaşamakla kalmayacaklardır. Bütün
kulakların onların seslerine ve mesajlarına bir şekilde
kapatıldığını göreceklerdir. Son Sabah ve ATV operasyonu bunun açık
bir kanıtıdır.
Peki mücadelenin yolu ve yöntemi nedir derseniz, bu sorunun
cevabı hiç olmadığı kadar kolaydır, kolaylaşmıştır: Türkiye'de
siyasi mücadelenin tek ekseninin artık milli-gayrı milli ayrımı
olduğunu kavramak ve bu kavrayışın temel gerekliliğini yerine
getirmek: Milli unsurların Türkiye'yi demokratlık maskesi altında
zorbaca bir tekseslileştirmeye götürenlere karşı Cumhuriyet
paydasında, kayıtsız-şartsız bir araya gelmeleri zamanı çoktan
gelmiştir. Aksi halde yarın gerçekten çok geç olacaktır