Seyyid Abdulhakim-i Arvasi kimdir?
Abone olSon asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim ve büyük velidir.
Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kamil ve
dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim ve ruh
bilgilerinin mütehassısı büyük velidir. Silsile-i aliyyenin otuz
dördüncüsüdür. Babası Seyyid Mustafa Efendidir. 1865 yılında Van'ın
Başkale kazasında doğdu. 1943‘de Ankara'da vefat etti. Kabirleri
Ankara’nın Bağlum nahiyesindedir.
Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının âlim
ve fadılları idiler. İmam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup,
seyyid oldukları Irak'taki şer'i mahkeme defterlerinde yazılıdır.
Arvasi ailesi, altı yüz seneden beri ilim yaymakla ve en üstün
insanlık meziyetlerinde numune olmakla tanınmış ve halk arasındaki
ayrılıkları gidermekte, milli birliği sağlamakta büyük vazifeler
üstlenmiş ve bunları devam ettiregelmişlerdir.
İlk tahsilini babasının huzurunda gördü. Seyyid Abdülhakim Arvasi
hazretleri Nehri'de gördüğü bir rüya üzerine tahsiline daha büyük
ehemmiyet verdi. Bu rüyayı şöyle anlatmaktadır:
Nehri isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil
görüyordum. Ramazan ayını ailemle birlikte geçirmek üzere
memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsil ettiğim
zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyada Allah'ın
Resulünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risalet makamında
oturmuşlardı. Onun heybet ve celali karşısında dehşete düşmüş, yere
bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz
ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, sakallı,
aydınlık alınlı bir zat... Bu zat sağ kulağıma işitilmeyecek kadar
hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir sual sordu:
"Hayz zamanında bir kadının, camiye girmesi uygun değilken, iki
kapılı bir caminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta
şer'an serbest midir?" Allah Resulünün heybetlerinden büzülmüştüm.
Suali tekrar sormaması için gayet yavaşça ve alçak bir sesle;
"Dinin sahibi hazırdır, buradadır" diye cevap verdim. Maksadım,
onun huzurunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını
anlatmaktı. Resulullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesafede
bulunmalarına rağmen cevabımı duydular. Durmadan; "Cevap
veriniz!" diye üst üste iki defa emir buyurdular.
Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin camiye geliş yolları
üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arz edeceğimi hissederek
yanıma geldiler. Rüyamı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç
dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve
din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun!
Bütün gücünle çalış" diyerek rüyamı tabir etti. Babama; "Kâinatın
efendisi huzurunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden
sual açılmasının ve cevabının tarafımdan verilmesi hakkındaki
Resulullahın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevabı
verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için, böyle bir sual,
senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine
işarettir.”
Bu rüyadan sonra, on sene müddetle, Cuma gecelerinden başka hiç bir
geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar
dersle uğraşıp insanlık icâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan
gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsir gibi
ilimlerin yanında kendisini mânevi yoldan yetiştirecek bir rehbere
kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i
Hakkâri'nin halifesi Seyyid Fehim-i Arvasi, rüyasında Allahü
teâlânın Resulünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine;
"Abdülhakim'in terbiyesini sana ısmarladım"
buyurmuştu.
Nihayet Seyyid Abdülhakim Arvasi, 1878 (H.1295) yılında Seyyid
Fehim-i Arvasi hazretlerinin huzuruna kavuştu ve hocasından aldığı
ilk emir, tevbe ve istihare oldu. İstiharede şöyle bir rüya
gördü:
Seyyid Tâhâ hazretleri, camide, talebesi Seyyid Fehim'e şu emri
veriyordu: "Abdülhakimi al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams
çeşmelerinde kendi elinle tamamen yıka! Sonra ikimize de imam
olsun!.. Seyyid Fehim hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams
çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını
kendisi için serilmiş olan seccadeye bırakıyordu.
Bu rüya onun talebeliğe kabul edildiğine dair gayet açıktı. Tabire
muhtaç kısmı sadece cevâzımât-ı hams tabiri idi. Cevâzım cezm'in
çoğulu olup kat'i, kesin demektir. Hams yani beş adedi ise âlem-i
emrin, latifenin tasfiyesine işaret olduğu açıktı. Rüyanın başka
tabire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilahi lütuf ve sonsuz bir
ihsandı.
Seyyid Abdülhakim Arvasi, gördüğü bu rüyanın tesiri ile büyük bir
aşkla ilim tahsil edip, ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim
hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı.
Yüksek tahsilini zamanın en büyük âlim ve evliyası Seyyid Fehim
Arvasi hazretlerinin huzurunda tamamladı. 1300 hicri sene başında
ilm-i sarf, nahv, mantık, münazara, vad', beyan, meani, bedi',
belagat, kelâm, usul-i fıkıh, tefsir, tasavvuf, ulum-i hikemiyye
yani hikmet-i tabi’iyye (fizik, biyoloji), hikmet-i ilahiyye,
riyaziyye (yani matematik, geometri), hey’et (astronomi) gibi zahir
ilimlerde icazet (diploma); tasavvufun Nakşibendiyye, Kadiriyye,
Kübreviyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye yollarından hilafet aldı.
Başkale'de otuz yıl kadar tedris ve irşad ile meşgul oldu. Yani
ders okuttu ve insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını
anlattı.
1914 (H. 1332)te Birinci Dünya Harbi çıkıp Ruslar Doğu Anadolu'yu
işgal edince, Başkale'den hicret edip, Irak'a, oradan Adana,
Eskişehir ve 1919 (H. 1337)da İstanbul'a geldi. Eyüp Sultan'da önce
yazılı medreseye, sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Mürteza Efendi
Dergahına yerleşti ve Kaşgari Hanekahı meşihatına tayin olundu.
İslam halifelerinin ve Osmanlı Sultanlarının sonuncusu olan Sultan
Vahideddin tarafından Medrese-i mütehassısin denilen İlahiyat
Fakültesinde tasavvuf müderrisi yani ordinaryüs profesörü olarak 8
Zilkade 1919 (H. 1337) tarihli ferman ile tayin edildi.
Anadolu'da çarpışan Kuvay-ı Milliyenin galip gelmesi için para, mal
ve dua ile yardım edilmesi, eli silah tutanların onlara katılmaları
için milleti teşvik ederek çok kimseyi Anadolu'ya gönderdi. Çok
yardım yapılmasına sebep oldu. Uzun zaman irşad, vaaz ve tedris ile
meşgul olup hayatının sonuna doğru İzmir'e gönderildi. Zor şartlar
altında İzmir'de kaldığı sırada ihtiyarlığın da verdiği
takatsizlikle hastalandı. Ankara'ya getirildi. Ankara'ya geldikten
birkaç gün sonra 27 Kasım 1943 (H. 1362) tarihinde sıkıntılarla
dolu dünyadan ahirete intikal etti. Ankara'nın kuzeyinde bulunan
Bağlum nahiyesinde defnolundu. Kabri ziyaret edilmekte, huzurunda
yapılan dualar kabul olunmaktadır.
Seyyid Abdülhakim Arvasi vücutça gayet mutedil ve kusursuzdu.
Buğday tenliydi. Alnı geniş ve açıktı. Kaşları birer hilal gibi
olup, kabarık ince ve ölçülüydü. Nur bakışlı gözleri iriceydi.
Burnu ahenkli ve normalden büyükçeydi. Yüzü zayıfça olup sakalı
sıktı. Bedeni iri yapılı olup, insana mutlak surette hürmet telkin
edici bir vakar ve heybeti vardı.
Her hâli ve hareketi ile İslamiyet’e uyardı. Çok mütevazı olup;
"Ben" dediği işitilmemişti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok
misafir severdi. Yardım yapmaktan hoşlanırdı. Ziyaretlere gider,
davetlere icabet ederdi.
Seyyid Abdülhakim Arvasi din bilgilerinde ve tasavvufun ince
marifetlerinde derin bir derya idi. Üniversite mensupları, fen ve
devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir;
sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır;
sormaya lüzum kalmadan o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi.
Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerametlerini görürdü.
Çok mütevazı, pek alçak gönüllüydü. Eyüp Sultan, Fatih, Bayezid,
Bakırköy, Kadıköy, Beyoğlu'nda Ağa Cami-i şerifleri kürsilerinde
senelerce ilim neşretmiştir. Sultan Selim Cami-i şerifi yanındaki
Süleymaniyye Medresesinde, tasavvuf müderrisi (profesörü) iken
Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye kitabını yazmıştır. Tasavvuf hakkında
risale büyüklüğünde müteaddid mektupları vardır. Mevlid okunmasının
ve tesbih kullanmanın başlangıç ve meşruiyeti hakkında bir risale,
Rabıta-i Şerife Risalesi, Sahâbe-i Kirâm ve Ecdad-ı Peygamberi
risaleleri, İslam Hukuku, Keşkul ve Sefer-i Ahiret isimli eserleri,
Arabi, Farisi ve Türkçe şiirleri pek kıymetlidir.
Yetiştirdiği seçkin din adamlarının en selahiyyetlisi; çeşitli din
ve fen kitaplarının yazarı, eczacı, kimyager ve emekli öğretmen
albay Hüseyin Hilmi Işık beyefendidir. 1929'dan 1943 senesine kadar
o büyük zattan ders almış, Arabi ve Farisi tercümeler yaparak
gençliğe hizmet için çalışmıştır. Türkçe, Arabi, Farisi, Almanca,
Fransızca ve İngilizcenin yanında, başka dillerde de çeşitli din
kitapları neşretmiştir. Bütün ilim ve feyzini, Abdülhakim
Arvasi'den aldığını eserlerinde belirtmektedir.
25 yıl önceki rüyadaki şahıs
Seyyid Abdülhakim Efendi,
1897 yılında hac vazifesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medine'ye
gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerifini ziyaret etti. Yanında
Hacı Ömer Efendi isimli eşraftan bir zat vardı. Onunla beraber bir
gece, mübarek Ravza'da akşam namazından sonra, yüzünü saadet
şebekesine döndürmüş, son derece edep ve hürmet içerisinde
beklerken, sağ tarafında oturan Hacı
Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:
"Refikam, şu anda özür sahibidir. Peygamber Mescidini ziyarete
gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan girerek Peygamber huzurunda bir selam
verip, Bâb-ı Cibril'den çıkmasına şer'an müsaade var mıdır?"
dedi.
Seyyid Abdülhakim hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyanın hatırına
gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha
baktı. Evet 25 yıl önce rüyasında gördüğü şahıs da bu şahıstı.
Yavaşça:
"Bu sualin cevabına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!"
buyurdu. Ancak rüyada olduğu gibi Resulullah efendimizin huzurunda
bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı
Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem
de rüyayı tafsilatı ile anlattı.
Sultanın dua ve yardım istemesi
Sultan Vahideddin Han
kendilerini çok sever, takdir ederdi ve dualarını isterdi. Nitekim
Abdülhakim Efendi hazretleri şöyle anlattı:
Memleketin işgal altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı
günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde vaaz edip çıkıyordum. Kapı
önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; "El melikü
yakraükesselâm ve yed'uke iletta'âm" yani "Sultan sana selam ediyor
ve seni iftara çağırıyor" dedi. Araba ile saraya gittik.
İstanbul'un seçilmiş vaizleri, imamları çağırılmıştı. Yemekten
sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selamı var. Hepinizden rica
ediyor. Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin galip
gelmesi için dua etmenizi ve Anadolu'daki mücahidlere para ve dua
ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için
milleti teşvik etmenizi rica ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok
kimseyi Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebep
oldum.
Bir defasında da Sultan Vahideddin Han, Ramazân-ı şerif ayında
Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyaret edecekti. Seyyid
Abdülhakim Efendi'yi de davet etti. Diğer ileri gelen devlet
adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devamını
hizmetlerini gören Şakir Efendi şöyle nakletmektedir:
Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince,
Abdülhakim Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık
birbirlerine bakıştılar. O isimde birini tanımıyorlardı. Arkaya
doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakim der
demez, sultan sizi bekliyor diyerek, hemen yol açtılar. Sultan
kendilerini bekleyip yan yana biri dünya, biri ahiret sultanı
olarak, Sultanü'l-enbiya Peygamber efendimizin seâdetli
hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Beraberce ziyaret ettiler.
Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise
iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum.
Geldiler ve ziyaretlerini anlattılar. (Sultan herkese bir mendil
verdi, bana iki tane verdi. Biri senindir) buyurup birini bana
verdiler.
Abdülhakim Arvasi hazretleri siyasete hiç karışmamış, siyasi
fırkalara bağlanmamıştır. Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri kendisine
tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında:
"Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi
kendilerini çoktan kapatmışlardı" demiştir. Bu muazzam görüş, o
günlerin umumi manada tekke ve dergah tipine ait teşhislerin en
güzelidir.
Kanunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu
tavsiye ederdi.
Abdülhakim Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması,
susması, gülmesi, ağlaması hep İslamiyet’e ve Resulullah
efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören sanki âdet yerini
bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş
yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylule yaparken veya yatarken
bir defa olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını
söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ
yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikamet üzere idi.
"İstikamet yani Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak
kerametin üstündedir" sözünü sık sık tekrar ederdi.
Çok mütevazı, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti.
İslam âlimlerinin adı geçtiği zaman:
"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gaib
olsak aranmayız." Ve, "Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız.
Ancak bereketlenmek için okuruz" buyururdu. Halbuki
kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.
Abdülhakim Arvasi hazretlerinin kıymetli sözlerinden
bazıları:
"Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin
hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her
zamanda her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet
kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan
en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu
olamayacak bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini
yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü
yoktur. Hiçbir insanın Onu tenkit edecek iktidarı yoktur."
"Hak teâlânın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti
bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek,
birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o
kardeşliğinizden Allah’ın merhameti neler yaratacaktır.
Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakk'a imanın hasıl ettiği kardeşliğin
neticesi ve Allahü teâlânın merhamet ve ihsanıdır. Gördüğünüz her
musibet ve felaket de; hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın
neticesidir. Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık
etmenin cezasıdır."
"Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür."
"Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır."
"İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a karşı şirk ve
müşrikliktir. İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını
sarmış olan fesat karanlığı hep şirkin, imansızlığın,
vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar
uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten
kurtulamaz. Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı
hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez.
Hak'dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve
perişanlık yoludur."
"Müslümanların öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulum-i İslamiyye
(Müslümanlık Bilgileri) denir. İslam dininin emrettiği bu bilgileri
Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır. Biri, "ulum-i nakliyye",
yani din bilgileri; diğeri "ulum-i akliyye" yani fen bilgileridir,
buyurmuştur. Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti
kazandıran bilgilerdir.
Bunlar da ikiye ayrılır: "Ulum-i aliyye" yani yüksek din bilgileri
ve "ulum-i ibtidaiyye" yani alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci
kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi
öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık
anlaşılmasına yardım eder. Riyazi fizik öğrenmek, din bilgilerini
kuvvetlendirir. Astronomi, aritmetik ve geometri, dine yardımcı
bilgilerdir. Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen
uymayan) birkaç yanlış teori ve hipotezden başka hepsi dine
uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. İlahi fizik (metafizik)
bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler
öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle
çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla uygun
sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği
anlaşılır."
"Kur'an-ı kerimden ve Resul aleyhisselamın hadis-i şeriflerinden
sonra en kıymetli kitap, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat
kitabıdır. Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkıh
kitabı, İbni Abidin'in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafii’de
Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır."
"İslam dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile,
sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların,
dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve
kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in
içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini,
İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler
ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabul edeceği esaslardan
ve ahlaktan ibarettir. Yaradılışında kusursuz olanlar onu reddetmez
ve nefret etmez, İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur.
İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz."
"Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan
haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin
sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler karışmıştır, dedi.
Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak,
bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak, çok yanlıştır. Dini
bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet
âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi
anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim
bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline
girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını çalarak
millet ve memleketi felakete götürürler."
"Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla,
sözlerinizle, İslam’ın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi,
giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız."
"Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle
bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz."
"Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu
sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere,
tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir
iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine
yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı
sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri,
işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü
teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı
düşmanlarını aldatmak için bunlara, âdetini bozarak sebepsiz şeyler
yaratıyor."
"Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih
ederim."
"Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun
mutlaka namaz kılın."
“En büyük edep, ilahi hududu muhafazadır,
gözetmektir."
"Allahü teâlâ bir kuluna iman vermişse ona daha ne
vermemiştir. İman vermemişse ona daha ne vermiştir!”
"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve
sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim
geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir
çıkarırlar."
“Kur'an-ı kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya
tâbidir. Pis borudan şifa gelmez.”
“Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında
görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet
öyle gerektiriyor demektir.”
“Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez,
söyleyen bilmez.”
“Ahmaklık, hatada ısrar etmektir.”
“Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti
kazandıran bilgilerdir.”
“Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister
sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru Onun
dilediğidir.”
“Allahü teâlâ bize rahmetiyle muamele etsin. Adaletiyle
muamele ederse yanarız.”
“Riya olmasın diye cemaatten kaçanlar ayrı bir riya
içindedirler.”
“İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı
değil.”
“Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman
eksikliğidir.”
Talebelerinden bazıları o ilim deryası büyük veliden şu
sözleri ve menkıbeleri nakletmişlerdir.
Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır:
Tahsilimi İstanbul'da yaptım. Arabi ve Farisi'yi iyi bilirdim. Her
toplulukta söz sahibiydim. Bir gün beni Abdülhakim Arvasi
hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sahibi olmaktı.
Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen
sonra sandalyede oturmaktan haya edip, yere indim. Sohbette, hiç
bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere
oturmaktan da haya edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha
derken nihayet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan
dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda
oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakimi görünce ancak
talebe olacağımı anladım ve talebelerime:
"Seyyid Abdülhakim Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne
olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı" dedim. O
büyük zata talebe olmakla şereflendim.
Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi
anlatır:
Bir sabah dergahın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile
ikimizdik. Her zamanki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş
kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma
yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken
zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu.
Namaz ve dua bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafında
iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa
lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin,
deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat
vardı. Şimdi dağılmış."
Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:
Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim
var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim.
Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere
yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid
Abdülhakim Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına
gittim. Hâlimi sordular. "Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor"
dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. "Sipariş veren
oluyor mu?" dediler. "Bugün yok" dedim. "Kadın müşterileriniz
oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün
gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman
hatırlayabildim.
Bir gün Bayezid Camiinde vaaz verirlerken konu ile hiç ilgisi
olmadığı halde; "Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya
kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan,
güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu
tutup içeri aldıktan sonra azarlasın" buyurdu. Vaazı dinleyen
Akhisarlı bir zat içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye
geçirdi. Vaazdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına
çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise
kenardan düşecek halde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen
Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk
düşmekten kurtuldu.
Necib Fazıl Kısakürek anlatır:
Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan
yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünya Harbine
girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi
huzurlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında
yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmud Veziroğlu isminde
kendisini sevenlerden bir zat... Harbe sürüklenmek mecburiyetimizi
riyazi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar
dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci
Cihan Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa."
Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesika
usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerameti sık sık tekrar
eder ve; "Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe
girilmez" ve kimse vesika usulünü beklemezken "O olacak"
buyurmaları büyük keramet" derdi.
Faruk Bey anlatır:
Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz
apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine
düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastaneye yetiştirdik. Ayıldı. Fakat
akli melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün
mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit
göremediklerini söylediler. Bir Rum doktor erken bunama teşhisini
koydu ve şifası yok hükmünü bastı. Büluğ çağındaki çocuğumu, büyük
amcası Abdülhakim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede
kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar.
Sadece; "Mahzunum, mahzunum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya
havale ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sahip olmadığı
maddi ve manevi bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi.
Uzun yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakim
Efendi, biraderzadeleri olan Faruk Işık Efendiyi çok severdi.
Birini methetmek isteseydi; "Faruk hariç hepimizden iyidir" derdi.
Kabri, Abdülhakim Arvasi'nin ayak ucundadır.
Bayezid Camiinde; Erzincan zelzele felaketinden bir hafta kadar
önce: "Allahü teâlâ, zinanın aşikâr olduğu yerlere zelzele ile ceza
verir. Erzincan gibi" buyurmuşlar. Kimse o esnada bu manayı
anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerametti,
anlayamadık demişlerdir.
Talebelerinden Tahir Efendi anlatır:
Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyanın huzuruna
dolu giden boş, boş giden dolu döner." Bir gün bana; "Tahir Efendi,
evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver"
buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri
yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım.
Abdülhakim Efendiyi gördüm. "Tahir, kitapları evden çıkardın mı?"
buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine
yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakim Efendi geldi. "Hâlâ
kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen
kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak
uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için,
kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları
bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.
Ne zaman Abdülhakim Efendi hazretlerine gitsem, Ziya Bey yanında
otururdu. Ziya Beye bir kitap verir, okuturlar ve izah ederlerdi.
Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziya Beye kitap okutup, kendileri
izah ediyordu. İçimden, benim Arabi ve Farisim Ziya Beyden iyidir.
Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece
rüyada Abdülhakim Efendinin huzurunda idim. Gene Ziya Beye bir
kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziya Beyi sarıklı, âlim
kıyafetinde gördüm. Abdülhakim Efendi, Ziya Beyi bana gösterip;
"Biz, boşuna emek vermeyiz" buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok
pişman oldum.
Bir gün Abdülhakim Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime,
Abdülhakim Efendiye arz edeyim, evliyalıkta yükselmek büyük iş,
bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh
eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye
düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selam verip
ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?"
buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya
Tahir, bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları
farklıdır? Mesela şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül
de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim" dedim. "Demek
ki, farklılık istidatlarından kabiliyetten geliyor. Ve demek ki,
çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana
baktılar. "Kusurumu bağışlayın efendim" dedim.
Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır:
Abdülhakim Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye
göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok,
acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefatından
otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı
kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene
teyemmümle yani onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz
kılmak zorunda kaldım.
Halid Turhan Bey anlatır:
Bir gün ziyaretlerine gitmiştim. Kütüphanelerinden bir kitap çekip,
bir yerini açıp bana verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular.
Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir
daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; "Türkçeye
çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok ibareler oldu. Yardım ettiler,
hatta kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme
ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefatlarından yirmi sene kadar sonra,
kütüphane müdürlüğü için, Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda
elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler.
Bir de ne göreyim, Abdülhakim Efendinin verdiği kitap ve açtıkları
sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphane
müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık
kerametini görünce hüngür hüngür ağladım.