Hedefsiz ve gayesiz insan kendimden müşahede ederek biliyorum ki
çoğu zaman boşluğa ve ruhsal darlığa giriyor.
Bu yazıyı kaleme almamda ki maksat merkeze kendimi oturtarak
insanın hem sosyolojik hem psikolojik durumunun tahlili neticesinde
süruru yakalamanın sancısıdır.
Biz millet olarak duygusal bir toplum olduğumuzdan dolayı düçar
kaldığımız ve sıkıntı diye adlandırdığımız hallerimizin müsebbibini
arar dururuz.
Genelde ya geçmişimizi ya da mevcut saik ve insanları
suçlar, sebebin menşei olarak görürüz.
Tefekkür frekansını yalayabilen her kişi silsile yolu ile Cennet
ve Cehenneme kadar bir rotanın şeritlerini belirleyebilir
düşüncesindeyim.
Kimse esbab dairesinde zuhur eden saiklerin kendisinden
kaynaklandığını itiraf edemez.
Bunu başarabilen insan zaten züht hayatının frekansında nefes
alıyor demektir.
Bu minvalden hareketle gayr-i Müslimlere ve kimliğinde İslam
yazmış olmasından başka İslam dairesinde olmayanlara ve dahi
tahkiki iman ile teslim olmuş Müslümanlara bakalım.
Bu muhatapların hepsi kendisini Cennete layık görürler.
Çünkü bilinçaltımızda ve bütün insanlığın öyle ya da
böyle hayat gerçeğinde ölüm vardır.
Sonrasında ise ödüllendirilmek ve cezalandırılmak vardır.
Bu hayatın finalinde ödül: Cennet, ceza ise: Cehennem değil
midir?
İşte insanoğlu bunu iyi bilir ve kendisini her daim Cennet ile
özdeşleştirir.
Dünya hayatının cilveleri esnasında muhatap kaldığı sıkıntı ve
aksamalarda ise “ya nasıl olsa öleceğiz” nidası geldiğinde gene
suçlamalar ya da sorgulamalar başlar.
İnsanın aklını meşgul eden ve zihnini yoran hâdiselerden birisi
Âdemin cennetten çıkarılışı, dünyaya gönderilişi ve bu hadîseye de
şeytanın sebep oluşudur.
Bazen aklımıza şöyle bir soru gelmektedir: “Eğer şeytan
olmasaydı, Âdem cennette kalacak ve biz de orada mı
bulunacaktık?”
Ya da “neden Cennette kalmadı da bu dünyaya geldi ki.?”
“Ne güzel bizde şimdi Cennette hayatımıza devam edecektik!”
Bu konunun izahında, Allah’ın Âdemi yaratmazdan önce meleklerle
olan konuşmasına dikkat edelim.
Bakara Suresi’nde şöyle anlatılmaktadır: “Hani, rabbin
meleklere, ‘ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi. Onlar,
‘Bizler hamdınla sana tesbih ve seni takdis edip dururken,
yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife
kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara, ‘sizin bilemeyeceğinizi
herhalde ben bilirim’ dedi.” (Bakara
Sûresi/2:30)
Ayette de görüldüğü gibi, Allah henüz Âdemi yaratmadan önce
insan nev’ini yeryüzünde var edeceğini haber vermektedir.
Yani insanların cennette değil de, dünyada
yaşayacaklarını bildirmektedir.
Şeytanın Âdemi aldatması, insanın dünyaya gönderilmesine sadece
bir sebep olmuştur.
Diğer taraftan, meleklerden farklı olarak insana nefis
ve şehevî hisler verilmiştir.
Bu hislerin akislerinin görülmesi için insanların dünyaya
gönderilmesi, onlara bazı sorumlulukların verilmesi ve bir imtihana
tabi tutulması gerekliydi.
Ta ki, insan bu imtihan ve tecrübe sonunda ya cennete layık bir
kıymet alsın yahut cehenneme ehil olacak bir vaziyete girsin.
Dönüp de kendime baktığımda liyakat için bir reçete
belirliyorum;
“Akıl kuvvetimi hikmet dairesinde, şehvet kuvvetimi
iffet dairesinde, gazap kuvvetimi şecaat dairesinde kullanmam
lazım.”
Gel gör ki yukarıda dedik ya meleklerden farklı olarak bizlere
nefis verilmiştir diye.
Reçete kullanımı tedavi ediyor mu nefsimi bilemiyorum.
İnsan bilerek veya bilmeyerek yaptığı bütün bu zulüm ve
haksızlıkların cezasını dünyada ve âhirette çekeceği için, kendi
kendini azabın içine atmış oluyor!
Yani demem o ki; yaşanılan ve düçar kalınan sıkıntıların sebebi
kendimizde.