AK Parti’den önceki seçimleri hatırlayanlar bilirler, siyasi
parti liderlerinin seçim sürecinde yarıştıkları en öncelikli konu
kimin daha çok, daha “çılgın” vaatlerde bulunacağıydı. En güzel
vaadi veren seçimi birkaç adım önde bitireceğine inanıyorlardı
sanki.
En orijinal ve unutulmaz vaatleri veren ise kuşkusuz sn Süleyman
Demirel idi. Zaten Sn Demirel de kırk-kırkbeş yıllık siyasi
hayatında sadece ve sadece pancar fiyatları ile anılır. Darbe
gördü, cuntaya maruz kaldı ama hiçbir zaman bu mekanizmaya çomak
sokup oyunu bozacak bir adım atmadı, millet iradesinin gereğini
yapmayı aklından bile geçirmedi. Milletten aldığı yetkiyi, millete
çaktırmadan ve üstelik bunu da büyük bir ustalıkla hep birilerine
peşkeş çekti.
Aldığı emaneti kolaylıkla cuntacılara bırakıp kaçtı. Sadece
şapkasını alabilmişti. Sayın İnönü, ekonomik dar boğazın
sıkıcılığına gönderme yaparak, “beş yıl daha bu masalları
dinlemeye, bir limon gibi sıkılmaya gücünüz var mı?” demişti.
Sloganı da yüzünüzü güldüreceğim idi.
Sonra iktidar ortağı oldu ne yüzümüzü güldürdü ne de ülkenin
içinde bulunduğu ekonomik dar boğazdan kurtulmasını sağlayacak
projeler üretebildi. Sayın Demirel, tek başına iktidar olmak
isteyen Özal’a demediğini bırakmamıştı.
Bir seçim kampanyası boyunca belki de en çok sarf ettiği cümle,
“ben onu tek başına iktidar yapmayacağım” idi.
Bana sadece 100 gün verin yeter, her kese iki anahtar, her
işsize iş, her köye yol, su, elektrik her bakkala kredi, her
çiftçiye traktör, her araba sahibine ucuz yakıt gibi onlarca vaadin
sıralandığı seçimlerden geçti Türkiye.
Vaatli seçimleri AK Parti bitirdi. Bendeniz defalarca bizzat
şahit olmuşum, bu siyasi hareketin doğal lideri olan sn. Recep
Tayyip Erdoğan, partide ve seçim meydanlarında, ekranlarda ve özel
sohbetlerde hep şunu vurguladı, yapamayacağınız şeyleri asla vaat
etmeyin. Vadettiklerinizi de mutlaka yapın. Boş ve umut verici,
heyecanlandırıcı vaatlerle milleti aldatmanın bir anlamı yok.
Siyasetin sağlıklı bir mekanizma haline gelmesine giden yolda bu
ilkeli tutum ve davranış son derece hayati bir konumdadır.
İnsanların siyasete olan güveni artmış, aynı zamanda ilgisi de
çoğalmıştır. Toplumsal sistemde kendi işlevini sağlıklı bir şekilde
yerine getiren bir kurum haline gelmeye başlamıştır.
Seçimler yaklaşınca CHP Genel Başkanı sn. Kemal Kılıçdaroğlu
tekrar o eski Türkiye’nin refleksleri ile hareket edip en büyük
seçmen kitlesi olan emeklilere bir takım vaatler sıralamış ve bu
vaatleri yerine getireceğine dair verdiği sözün inandırıcı
olmayacağını düşündüğü için de gidip noterden senet almış.
Değerli dostum Süleyman Özışık’ın yazdığı “Hani 8 Haziran
Tarihine kadar İçmeyecektiniz?” yazısından sonra benim çıkıp da söz
tutma-noter senedi işlerine dair bir şey söylemem hoş olmaz. Üstat
o konuya gerçekten son noktayı koymuş.
Benim işaret etmek istediğim şu, bir siyasi aktör, kendi sözünün
halk katında senet gibi güvenilir olmadığını düşünüyorsa demek ki
içinde bulunduğu mekanizmaya güvenmiyor, inanmıyor. Siyasete
inanmayan bir siyasetçi nasıl siyaset üzerinden sorunları çözecek
acaba?
Bu ülkede beyaz cumhuriyetin sarışın çocukları, siyaset dışı
mekanizmalarla kurdukları egemenliklerinin hep devam etmesi için
siyaseti ve siyasetçileri aşağılayan bir anlayışı yerleştirmişler.
Ki hiçbir zaman siyaset üzerinden muktedir olunmasın.
Buna ilk karşı durması gereken de siyasetçilerdir. Yani sayın
Kılıçdaroğlu’dur…