Hassasiyet sahibi inanmış her bir yürek, karşısındakini
olduğu gibi kabul etmek durumundadır.
Hem de değişiklik istemeden.
Hayatımızın görülebilen en önemli anlarını, sınırlı yaşantının
dışına çıkamamış, ufuk ve feraset yoksunlarına hasrederek, onların
hoşlanacağı tarzda yansıtırsak ilgi ve alaka görebiliriz.
Hoşnutluk karşısında tanımladıkları rol, onların dünyasında
bize, saygınlık, teveccüh kazandırabilir ve taltif ile başlayan
tanımlamalar zuhur eder.
Yeni yarınlar; dar, kısıtlı gözlerin tanımlamalarına bağımlı
olarak yaşamamıza sebebiyet verir.
Geminin önüne doğru koştuğumuzda hayatımız ilerlemiş
olmaz.
Sadece kendimizi yormuş oluruz...
Karakterimizi başkalarının belirlediği bir dünyada,
kendimiz olamayacağımıza göre elbette ki onu belirleyen insanlar
olmadan da yapamayız.
Başkaları bizi nasıl görüyor ve biliyor ise zihinlerinde buna
istinaden bir resim oluşur.
Bizi konumlandırmak istediği yer, kendi iz ‘anı, okuması ve
görmesi kadardır. Hele ki toptan seven ve toptan nefret eden
toplumumuzda, vasat olmayı sağlayabilmek çok da mümkün
değildir.
Siz birilerinin gözünde iyi iseniz iyi, kötü iseniz
kötüsünüzdür. Arası yoktur.
Bu toptancı tavrın neticesinde çevremizde bize dair olan
tutumların, kimliğimiz olduğuna kendimizi inandırmamız ve bu minval
üzere yaşantımızı belirlememiz, sahne rolüne benzer.
Sınırlarını ve hatlarını başkalarının çizmiş olduğu, olunması
istenen, arzulanan ya da kaçınılması gereken bir karaktere bürünmüş
oluruz.
Sahnedeki rol gerçek kimliğimiz zannedildiğinde "sahte bir
kimlik" ortaya çıkar.
Görmesini bilenler, bu duruşun üzerimizde zorlama neticesinde
olduğunu ve sırıttığını rahatlıkla fark ederler.
Oscar Wille’nin sözü tam da bunun karşılığı gibidir; “Dünya
yanlış rolleri oynayan insanların ortada dolaştıkları
sahnedir.”
Böylesi bir durumun neticesinde, bize biçilen rolün kimliğine
bürünüp, sair zaman ve mekânlarda insanlara akıl verir pozisyonda;
“sen şu şekilde olmalısın, senin durumun bozuk, düzeltmelisin” diye
tavsiye ya da eleştiri ile beraber, haksız yargılama yolunu seçmiş
oluruz.
Gerekli olan, Müslüman kimliğimizi doğru merkezden
besleyerek oluşturup, haklı zeminde bir yaşam şeklini
istememizdir.
Birileri bize karşı taltifte bulunarak hakkımızda “ideal insan,
ideal Müslüman” şeklindeki haksız teveccühleri gerçek kimliğimizi
yansıtmaz.
Yalnız kaldığımızda, reel değerler ışığında ne olduğumuzu-ne
olmadığımızı fark eder; kendi gerçeğimizi görür ve biliriz.
Kendimizi kullara sevdirmenin, kabul ettirmenin sancısı
doğrultusunda formüller aramak yerine, Allah'ı kullara sevdirmenin
yollarını aramalıyız.
Aramalıyız ki Efendimiz (s.a.v.)'in Hadisi
düsturunca; “Allah'ı
kullarına sevdirin ki Allah da sizi
sevsin!” sözüne muhatap olalım.
İnsanları Cennet'e yönlendirmenin endişesiyle Müslüman kimliğine
boyanırsak, Allah'ı kullarına sevdirmenin formülünü bulmuş
oluruz.
Söz cambazlığı ile -teşbihte hata olmaz- müşteri avına
çıkmışçasına, merkezde kendi nefsimizden hareketle “bakın Cennet'e
böyle gidilir, doğru yoldayım, benim gittiğim yol en hakikî olan
yol!” söylemi ve yahut tavrı emin olalım karanlık dehlizlerle dolu
çıkmaz bir yola götürecektir.
İbadetlerimizdeki ihtişam ile Müslümanca yaşama
sınırlarımızı belirlediğimiz kulluğun neticesinde, insanlardan
görmüş olduğumuz ilgi, alâka ve taltif bizi felâkete
sürükleyebilir!
Bize gösterilen ilgi ve alâka öyle sınırları
zorlar ki, bazen söylemlerimiz ve yaşantımız “kanaat sahibi” olma
hissiyatı içerisinde buldurur kendimizi.
Lâkin bu alâkanın ind-i ilâhîde liyakati olmayabilir.
Kendimizi taltif edenlerin hapsinde yaşadığımız bir
hayat, hür olamayacağımızın göstergesidir.
Kusursuz bir şekilde dengeyi oluşturur; bunu İslami
yaşantımızdaki, ibadet ve muamelâtımıza da yansıtırsak,
koruyabilirsek; gösterilen alâka sınır ötesi olur ve karşılığını
bulur.
Kendimiz olmak, rol hırsızlığı neticesinde oluşan “sahte biz”
'lerin imkânlarına sahip olmayabilir.
Başkalarının taltif dolu yaklaşımları nefsimizi doyurabilir
lâkin bu sahteliğin ötesinde, her şeyin iç yüzünü bilen bir Rabbin
varlığını unutmamak gerekir.