RADİKALi asker yönlendiriyordu
Abone ol28 Şubat'ın bulaştırdığı pislik hala temizlenmedi
Dilek Yaraş-İnternethaber
2. Bölüm:
Gazeteci ve araştırmacı yazar Koray Düzgören,
söyleşimizin birinci bölümünde İngiltere'den Türkiye'nin nasıl
göründüğünü; İngilizlerin Türkiye'ye bakışını anlatmıştı. Bu
bölümde ise Türk basınının sancılı dönemlerindeki tanıklıklarını
okuyacaksınız...
***
Türkiye’ye dönelim... 28 Şubat sürecini anlatır
mısınız?
28 Şubat sürecinde Radikal Gazetesi’nden çıkarıldım. O zamanki
genel yayın müdürünün –adını dahi ağzıma almak
istemiyorum- (Mehmet Yakup Yılmaz
D.Y.) geçenlerde bir dergiye verdiği
ropörtajda Radikal’in, ‘Andıç’ denilen rezalet ile bir ilgisi
olmadığını söylüyordu. Gerekçe olarak ise ‘Andıç’ı
yayınlamadıklarını ileri sürüyordu... Yani, meseleyi çarptırıp, 28
Şubat’ın medyaya bulaştırdığı ve bana kalırsa hala da devam eden
pisliğinden kurtulmayı umuyordu.
''Radikal'i generaller yönlendiriyordu''
28 Şubat’a Radikal bile direnemedi diyorsunuz
...
Büyük vaadlerle yayın hayatına başlayan ve benim gibi çizgisi belli
bazı gazetecileri de kadrosuna katmaktan çekinmeyen Radikal,
özellikle Susurluk rezaleti sırasında gazetecilik
açısından çok iyi bir çizgi tutturdu. Ancak, 28 Şubat sürecinin
başlaması ile birlikte -diğer birçok gazete gibi- Ankara’daki bazı
generaller tarafından yönlendirildi. Aslında 28 Şubat, bir anlamda
Susurluk’un bastırılması operasyonuydu.
Radikal’in ‘Andıç’ denilen ve general
Çevik Bir ve çevresindeki subaylar tarafından
hazılanan bir iftira belgesini yayınlamamış olması
28 Şubat sürecinin bir parçası olmadığını göstermiyor...
Sizin Radikal’deki göreviniz neydi o dönemde?
Forum ve Analiz isimli sayfaların editörlüğünü yapıyordum ve köşe
yazısı yazıyordum. Özellikle Forum sayfası, Yargıtay eski
Başkanı Sami Selçuk ve Emekli askeri yargıç Ümit
Kardeş gibi değerli tartışmacıların da yer aldığı çok
değişik görüşlerin olduğu bir fikir formu halini almıştı...
''Refah Partisi her ne pahasına olursa
olsun kapanacaktı''
28 Şubat’ın darbe havasında gazetenin genel yaklaşımı askerlerin
politikalarından yani darbeden yana çözümlere yöneldi. Refah
Partisi’nin her ne pahasına olursa olsun alaşağı edilmesi
isteniyordu. Bense demokrasi dışı yöntemlere karşı çıkıp meselenin
genel oya havale edilmesi, demokratik yöntemlerle çözülmesi
gerektiğini söylüyordum.
Sonuçta, önce Analiz sayfası yayından kaldırıldı. Bu ilk mesajdı.
Sonra da bir iş gezisi sırasında Amerika’dayken Forum sayfasının ve
köşe yazımın kaldırıldığını öğrendim.
Dönünce de genel yayın müdürü, askerlerin talebi
ile işime son vermek zorunda kaldıklarını bana bildirdi...
O dönem sadece ben çıkarılmadım, başka tasfiyeler de oldu. Bunlar
hep 28 Şubatçılar istediği için ya da onlara şirin görünmek adına
yapıldı... Radikal, ‘radikal’ bir gazete olmaktan
çıktı. Darbe destekçisi uysal bir gazete oldu.
Gelelim Yeni Şafak'ta yazmaya başlamanıza...
Bir süre sonra Yeni Şafak Gazetesi’nden yazı yazmam için teklif
geldi. Onlara, nasıl bir gazeteci olduğumun ve savunduğum ilkelerin
onlar tarafından biliniyor olduğunu varsayarak bunu kabul edip edip
etmediklerini sordum. Onlar da bana, bunu bilerek teklif
yaptıklarını söylediler...
Sol görüşlü yazarlara "İslami basın" mı sahip çıktı
yani?
O tarihlerde Zaman’da Hilmi Yavuz Yeni Şafak’ta
Kürşat Bumin’le birlikte biz üçümüz Türkiye
medyasına önemli bir farklılığı getirmiştik. Eski sol ya da sol
tandanslı, ilerici diyelim –şimdi bu kavramların hepsi
biribirine karıştı- bazı yazarların merkez medya dışındaki,
kimilerinin İslamcı dediği, ama İslami hassasiyeti olan, bu
değerlere diğerlerinden fazla önem veren gazetelerde görev alması,
yazı yazması o zamana kadar görülmüş değildi.
Böylece ilk kez, merkez medyadan farklı gündemlerle yayın
hayatlarını sürdüren, İslami hassasiyetleri ağır basan medyanın
dışa açılabileceği; farklı fikirler, hatta inançlara sahip
yazarlarla, gazetecilerle birarada olabileceği bizim o gazetelerde
görev almamızla gerçekleşmiş oldu...Bu aslında İslami kesimin sol
ve liberal çevrelerle Türkiye’nin önemli temel meseleleri hakkında
bir süredir başlattığı diyalogun, bazı platformlarda biraraya
gelinmesiyle başlayan sürecin -1995 ve sonrasında- bir
devamıydı.
'İslami basın' denilen kesim bu konuda daha cesur,
hoşgörülü ve kararlı davrandı. Farklı fikirlerle birarada olmanın
bir zenginlik olduğunu gösterdi. Merkez medya bu konuda adım
atamadı.
Ama merkez medyada da bir Ahmet Hakan var
mesela...
Ahmet Hakan’ın önce Sabah’a sonra da Hürriyet’e geçmesi merkez
medyanın bu alandaki adımları olarak değerlendirilse de aynı şey
değil. Çünkü bizler ve sonra aramıza katılan Ali
Bayramoğlu, Etyen Mahçupyan ve
Şahin Alpay bu gazetelerde yazdığımız için
düşüncelerimizi değiştirmiş değiliz. Daha önce neleri savunuyorsak
şimdi de aynı doğrultudayız. Bizim açımızdan değişen bir şey
olmadı.
Ahmet Hakan için ise durum farklı. O eskiye nazaran farkı
şeyleri, farklı biçimlerde söylüyor. “Böyle söylediği
için Hürriyet’te yazma olanağı buldu” şeklindeki iddiaları
tekrarlamak istemem. Ama onun yaklaşımının bizim yaptığımızla aynı
şey olmadığını söylemekle yetineceğim.
Yeni Şafak için, ‘’İslamcı basın’’, ‘’dinci basın’’ gibi
tanımlar var merkez medyada. Ne diyorsunuz buna?
Bu yakıştırmalar doğru değil. Yeni Şafak ‘dinci'
basın da diğerleri ‘dinsiz’ basın mı? Ben daha
önce de solcuların bu tür yakıştırmalarına karşı çıktım.
‘Sosyalist Basın’ derlerdi. Yine böyle diyenler
var. Dinci olmak ya da sosyalistlik çalışanların siyasi fikirleri
ve genel yaklaşımlarla ilgili bir yakıştırma. Gazetecilik
faaliyetini bağlayan bir şey değil bu.
Yeni Şafak siyasi bir gazete. İslami hassasiyetleri var. Devletin
konumuna, birey devlet ilişkilerine ve özgürlükler meselesine
merkez gazetelerden daha farklı bakıyor. İnsan haklarına daha fazla
önem veriyor. Bu bakış birçok konuda benim yaklaşımlarıma
uyuyor.
Yani Müslümanlar istedi diye ya da Müslümanlara hoş gelecek diye
kimsenin bir meseleyi eğip bükmesi diye bir şey söz konusu değil.
Gerçekler neyse o...
Ama diğer gazetelerin önemsemediği bazı değerlere daha fazla önem
verildiği ya da bazı olaylara onların baktığının dışında başka
persfektiflerden bakıldığı da bir gerçek.
Ben o gazetenin sadece yazarıyım. Haber politikası ile benim
yaklaşımlarım tam çakışmayabilir. Bu da Yeni Şafak’da yazarların
özgürlüğünü gösterir. Ben, Yeni Şafak’ın -ağırlıklı olarak
yazarlarıyla- muhalif olma özelliğini koruduğunu
görüyorum.
Nitekim, Yeni Şafak muhalif bir gazete olarak büyüdü. Satışı 15
binlerden 150 binlere çıktı. Üstelik de şimdi ‘iktidar partisine
yakınlık’ yakıştırmalarına rağmen 120 binlik satışını
koruyabiliyor. İktidar gazetesi olsaydı bence bu satışı
koruyamazdı.
Yeni Şafak’ta, istediğiniz her konuda özgürce ve hiç
sansürlenmeden yazdığınızı söylüyorsunuz yani...
Evet... Bunu bana çok soruyorlar. Pek inanmadıklarından olsa gerek.
Ama gerçek böyle. 9 yıldır derin bir saygı ortamında yazıyorum. Bu
tabii diğer gazetelerde alışılagelmiş bir durum olmadığı için
yadırganıyor. Sanılıyor ki bizim gibi farklı yazarlara devamlı
müdahale oluyor.
Siz de biraz dikkat gösteriyorsunuzdur
herhalde yazdığınız gazetenin "bazı"
hassasiyetlerine?
Kuşkusuz, -kendi adıma konuşayım- ben de gazetemin bana
karşı olan saygı ve güvenine aynı şekilde cevap vermeye
çalışıyorum. Gazetemi zor durumda bırakmamak için büyük özen
gösteriyorum. Bu kesinlikle bir öz denetim değil. Sadece belli
hassasiyetlere saygı duymakla ilgili bir sorumluluk anlayışı. Bence
Yeni Şafak yazı işleri, yazarına verdiği önem ve gösterdiği saygı
nedeniyle böyle sorumlu bir yaklaşımı hakediyor.
Meslek hayatınız boyunca kendinizi en özgür ve en çok baskı
altında hissettiğiniz dönemler hangileriydi?
Tabii darbe dönemleri. Ama,Türkiye’de bu dönemler hiç eksik olmadı
ki.
12 Mart 1971’de kurucuları arasında olduğum TRT
Televizyon’unda çalışıyordum. Generaller geldiler ve o zaman yayın
hayatına yeni başlamış olan -1968’de- televizyonun topluma ne kadar
büyük etkileri olduğunu farkettikleri için televizyondan başladılar
işe.
Neydi mesela generalleri rahatsız eden?
Türkiye, o dönem televizyon sayesinde Doğu ve Güneydoğu’daki
insanların yaşadıkları sefaletten, köylerin insanlık dışı ortaçağ
görüntüsünden haberdar olmuştu. Muhabere generali olduğu
gerekçesiyle –ne alakası varsa- TRT’nin başına getirilen
Musa Öğün’ün ( TRT’nin de nihayet bir
antenden ibaret olduğunu söylemiş ’’gerekirse ben bu işi 20 tane
muhabere astsubayımla yaparım,’’ demişti bir
toplantıda) ilk icraatı köy programlarını yasaklatmak
olmuştu. Sonra da içlerinde benim de olduğum 15 programcının
işine son verdirmişti.
12 Eylül’de ise Cumhuriyet’te
çalışıyordum. İnanılmaz bir baskı ortamıydı. Boğazımız sıkılıyor
gibi hissediyorduk. Bu baskı ortamı senelerce sürdü. 12 Eylül’ün
etkileri bence hala sürüyor. Bugünkü hastalıkların temel
nedeni 12 Eylül’ün sürekli hale getirilmiş
olmasıdır.
28 Şubat dönemi de böyleydi. Zaten 28 Şubat’ı 12
Eylül sürecinin devamı olarak görmek lazım… 28 Şubat sürecinde az
önce anlattım, Radikal’deydim. O zaman, askerlerin talimatıyla ya
da askerlere –tabii askerlerle iyi geçinmek isteyen patronlara
da- yaranabilmek amacıyla yaptığımız gazeteler el çabukluğu
ile değiştirilir Ankara’dan gönderilen ’başka’ haber ve yorumlar
yerleştirilirdi. Olup biten herşeyin tanığıyım. Çok baskılı,
sıkıntılı günlerdi.
Aslında Türkiye’de bu baskı ortamı hiç eksik olmuyor. Gerçeklerle
ilgilenen gazetecilerin başları beladan kurtulmuyor.
Son zamanlarda medyanın önde gelenleri 28 Şubat’a dair epey
bir günah çıkarttı ama…
Medya geneli itibarıyle hala 28 Şubat medyası. Demokrasiyi, AB
sürecini savunur görünenler bile her an, herhangi bir olayda hemen
rotalarını askerlerden, demokrasi dışı çözümlerden yana
çevirebilirler. Nitekim hep görüyoruz. Şemdinli
Çetesi meselesinde, PKK ile ilgili
olaylarda, generallerin yaptığı açıklamalarla ilgili olarak bu
yüzlerini hemen gösteriyorlar.
Şimdi o dönemin gazete yöneticilerinden bazıları ”Bizim
o dönemde bir günahımız olmadı” deseler de siz
inanmayın. İşin kötüsü, o dönem işbaşında olanlar hala
medyada önemli yerlerde kontrolü ellerinde tutuyor. Hatta bazıları
terfi ettiler.
O baskılara dayanmak çok kolay olmasa gerek. Sizin gibiler
de epey ağır bedeller ödüyorlar…
Ya onların istediği gibi bir gazeteci olacaktım ya da gerçekler
karşısında görmez, duymazları oynayacaktım... En tepe görevler
önerildi. En tepe görevlerde bulundum, ama bunu yapmayı hep
reddettim. Her zaman –hatta çok ciddi korkular yaşadığım,
tehditler aldığım halde bile- inandığım şeyleri yazdım. Ne
pahasına olursa olsun, hangi bedeli ödemek zorunda kalırsam
kalayım…
Ama, bu muhalif tavrım ve bağımsız duruşum uğruna ödediğim
bedellerden pişman değilim. Herkese karşı incelip, bükülmeden
fikrimi söyleyebiliyorum. Hiçbir general ve muktedir karşısında
eğilmiyorum, ceketimin düğmelerini iliklemiyorum... Çok daha özgür
hissediyorum kendimi. Bu da ödenen bedellere değiyor doğrusu.
-BİTTİ-