Osman Müftüoğlu'ndan çarpıcı itiraflar!
Abone olSağlıklı yaşamla ilgili püf noktaları kitaplarında anlatan Prof.Dr Osman Müftüoğlu bu kez özel yaşamını konuştu.
Sağlıklı yaşamla ilgili püf noktalarından,
hastalıklardan korunmak için tüketilmesi gereken besin reçetelerine
kadar bir çok konuda kitaplar yazan Prof.Dr Osman Müftüoğlu bu kez
özel yaşamını konuştu. Vatan gazetesinden Ayşe Aydın'a verdiği
röportajda Müftüoğlu gerçek "annemin öldüğünü 12 yaşında öğrendim"
diyerek hayatıyla ilgili bu özel sırrı da sevenleriyle
paylaştı.
* Biraz sizi ve ailenizi tanıyabilir
miyiz?
1955, Anamur doğumluyum. Yedi kardeşim var. Annem ben iki
yaşındayken vefat etmiş. Babam çok büyük acılar çekmiş ama o kadar
çocuğu tek başına çekip çeviremeyeceği için bir süre sonra tekrar
evlenmiş. O evlilikten, iki kardeşim daha olmuş. Bunu pek kimse
bilmez ama gerçek annemin öldüğünü 12 yaşında öğrendim. O zamana
kadar bana bakan annemi ve tüm kardeşlerimi öz zannediyordum.
* Öğrenince nasıl bir tepki verdiniz?
Bir tepki vermedim. Çok bütüncül bir yapı içinde
büyümüştük. Annemi öz bildiğim için, öyle bilmeye devam ettim.
Yetişkinliğimde çok sorguladım bu durumu, çok düşündüm üzerinde...
Ama bu ayrı bir röportaj konusu olur. Anneler Günü’nü çok
sevmediğimi söyleyebilirim. Her Anneler Günü’nde tadım kaçar. Bir
an önce o gün geçsin, bitsin isterim.
* Okul hayatınız nasıldı?
İlkokuldan itibaren çok başarılı... Lisede bilinmeyen bir özelliğim
keşfedildi. Müziğe karşı çok yetenekliyidim ve elime aldığım hemen
her aleti çalabiliyordum. Akordeon, bateri, gitar, org... Bir
orkestrada profesyonel olarak çalışmaya bile başlamıştım. Çay
bahçesinde bateri çalıyor, gecede 17.5 TL kazanıyordum. Notlarım
bir anda düşünce, babam müdahale etti, “Ya okursun, ya çiftçi
olursun” dedi. Bütün Anamurluların olduğu gibi bizim de muz ve
portakal bahçelerimiz vardı. Ben okumayı tercih ettim, müziği
bıraktım.
* Bir daha hiç elinize almadınız mı?
4-5 yıl önce, bu özelliğimi bilen yakın dostum Kenan Doğulu bir
düğünde beni sahneye davet etti, arkasında bateri çaldım. Çok da
keyif aldım. Üç sene önce de bir davette, Fatih Erkoç’un arkasında
çaldım.
Rize’ye tayinim sırasında hile yaptım
* Sonra Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni
kazandınız.
Evet, hem de Türkiye derecesiyle... Yüksek bir not
ortalamasıyla da mezun oldum. Hep, çok ciddi bir inekliğim olduğu
söylenir. İhtisas zamanı gelince tercihim iç hastalıklardan yana
oldu. Herhalde iç hastalıkları uzmanı olan dayımdan etkilendim.
Sonra mecburi hizmet kurası Rize Pazar ilçesine çıktı. Orada yasal
bir hile yaptım.
* Ne hilesi?
Pazar’a gidersem, hızlı gelişen mesleki kariyerimin kaybolacağı
endişesine kapıldım. Ne yapacağımı kara kara düşünürken dediler ki
“Eşiniz tayin edilemeyeceği bir yerde memuriyet yaparsa, onun
bulunduğu yerde kalırsınız.” Biz de apar topar Mihriban’ı Mamak
Belediyesi’nde başkan sekreteri olarak işe soktuk. Ve ben Ankara’da
kaldım.
* Çok ilginç. Pazar’a gitseniz bambaşka bir hayatınız
olacaktı.
Kesin. Bu sayede mecburi hizmetimi Ankara Numune Hastanesi’nde
yaptım ve metabolizma hastalıkları ile ilgili Amerika’da doktora
yapan ilk Türk doktor olan Saliha Yalçın’ın yanında baş asistan
olarak çalışma şansına eriştim. Ondan çok şey öğrendim. Onun da
tavsiyesiyle ihtisas bittikten sonra yurt dışında hücre
yenilenmesi, gençleşme çalışmalarıyla ilgilendim. Döndükten sonra
Numune Hastanesi’ne Metabolik Hastalıklar ve Diyabet bölümünü
yönettim.
* Türkiye’nin en genç başhekimlerinden biri olarak
tanınıyorsunuz.
Evet. 37 yaşındayken, hekimliğini yaptığım Sayın Demirel beni
Ankara Numune Hastanesi’ne başhekim yaptı. Numune Hastanesi çok
büyüktü o zaman. Devrim mahiyetinde şeyler yaptık. Mayo Clinic,
Cleveland Clinic ve Methodist Hastanesi’nin hizmet modelini örnek
aldık. Hem hastalar iyi bakım gördü, hem de hastane ilk kez para
kazandı. Ticareti de öğrendim, bu sayede.
10 yıl boyunca her gün Demirel’le kahvaltı
ettim
* Demirel’le yolunuz nasıl kesişti?
1988 yılında, henüz genç bir doçentken sayın Demirel’i muayene
etmem istendi. Heyecanla gittim, kontrolden sonra kendisinden
tahliller istedim. Şekeri çok düzensizdi. Dedim ki “20 kilo
zayıflayacaksınız, şu diyeti yapacaksınız.” Suratıma şöyle bir
baktı ve cevap verdi: “Ben bunları yapmam, doktor. Zorlu bir siyasi
mücadeleye giriyorum. Sağlıklı olmam lazım. Ama sağlıklı olacağım
diye de imajımı bozamam. Bu diyetleri bana birçok hoca tavsiye etti
zaten. Sen şimdi beni zayıflatmadan sağlığıma kavuşturabilir misin,
onu söyle?” Yasaklı döneminin sonları o zaman... Mantık olarak çok
doğru gelmedi ama kendi kendime dedim ki “Bu şekilde başlayayım,
zamanla mesafe katederim.” Bu başlangıç, hayatımın en önemli virajı
oldu. 10 yıl boyunca pazar hariç her gün Demirel’le kahvaltı ettim
ve ondan hayata dair çok şey öğrendim.
* Neler öğrendiniz?
Demirel bilge bir adam. Bana anlattığı şeylerin çok daha fazlasını
kitap haline getireceğini umuyorum. Mevlana’dan, Bektaşi’den, Yunus
Emre’den, Ahmet Yesevi’den hikâyeler anlatır. Ciddi bir Kabala ve
Buda öğretisi bilgisi vardır.
* Unutamadığınız bir anı var mı?
Bir gün “Şunu şöyle yapacağım” diye ahkam kesiyordum, dedi ki
“Doktor suyun derinliğini asla iki ayağınla birden ölçme.” Önce bir
duraksadım, sonra söylediği şeyi anladım. Tavsiyesine de uydum.
* Peki nasıl ayrıldınız?
2003 yılında çok yorulduğumu hissettim. Ayın 15 günü Demirel’le
yurt dışındaydım. Kalan günlerimde de çok yoğun bir şekilde hasta
bakıyordum. Bırakmak, İstanbul’a gitmek istiyordum ama bir türlü
karar veremiyordum. Düşüncemi Demirel’e açtım. Henüz kafamın net
olmadığını fark etti ve şöyle dedi: “Doktor, bir insanın yapmadığı
şeylerden duyduğu pişmanlıklar, başaramadığı şeylerden duyduğu
pişmanlıklardan fazladır. Git, dene, başaramazsan, geri dön.” Bu
lafın üzerine bir imzayla hem başhekimlikten, hem devlet
memurluğundan istifa ettim. Hâlâ arada sırada kendisini kontrol
ederim.
* Şimdi sağlık durumu nasıl?
Çok önemli bir şey olmadıkça, kendisinin daha uzun yıllar
yaşayacağını düşünüyorum. Öyle olmasını da diliyorum. Türkiye’de
antioksidan’ı, Omega 3’ü ilk kullanan kişidir Sayın Demirel. Hatta
o yıllarda verdiğim bir röportajda bunu söylemiştim de, ortalık
birbirine girmişti. “Yahu bu adam ne veriyor cumhurbaşkanına... Bir
şarlatanlık olmasın” diye... Şimdi Omega 3’ü kullanmayan doktor
yok. Kendisine çok iyi bakar. Baklava yerken görürsünüz ama kaç
kalori, kaç yağ alacağını ezbere bilir.
* Demirel’in “Beni zayıflatmadan, sağlıklı yap” yaklaşımı
da doğru çıktı yani...
Evet o konuda da öngörüsü doğru çıktı. Son yapılan araştırmalar
kilolu olsanız bile doğru besleniyorsanız, iyi uyuyorsanız ve
aktifseniz, zayıf ama stresli ve hareketsiz insanlara göre çok daha
uzun yaşadığınızı gösteriyor. Mesela sumo güreşçileri obezdir ama
90 yaşın üstünde yaşıyorlar.
* Sonra ne yaptınız?
İstanbul’a gittim ve kitap yazdım. Adını Sezen koydu: “Yaşasın
Hayat.” Kitap, 150 binden fazla sattı. Sonra gazete yazıları,
televizyon programları başladı ve kendi kliniğimi açtım.
Akrabamın suikast söylentisini Demirel
umursamadı
* Üniversite yıllarına geri dönmek istiyorum. Öğrenci eylemlerinin
çok yoğun olduğu bir dönemde okudunuz. Sizin herhangi bir
eğiliminiz var mıydı?
1970’lerin ortalarında Ankara Tıp Fakültesi ve Hacettepe
Üniversitesi öğrenci eylemlerinin merkeziydi. Ciddi olarak
ülkücüler ve solcular çatışırdı. Ailem Cumhuriyet Halk Partili. Ama
hiçbir zaman koyu partici olmadılar. Ailemizde siyasette çok öne
çıkan bir isim vardı: Dev-Genç davasından yargılanan Oğuzhan
Müftüoğlu. Onun yaşadıklarının yarattığı çekingenlikten de olabilir
bu, inekliğimden de bilmiyorum; okul hayatım ev, sınıf, kütüphane
arasında geçti.
* Oğuzhan Müftüoğlu ile akrabalığınız Demirel’le aranızda
sorun oldu mu?
Süleyman Bey’in koruma müdürü Şükrü Bey’den öğrendiğime göre
kendisine ihbarlar geliyormuş. “Size Oğuzhan Müftüoğlu’nun organize
ettiği bir suikast düzenlenecek” diye... Anamur’dan bile Demirel’e
“Hayatınızı bu adama teslim etmeyin. Bu, bunun akrabasıdır” diye
mektuplar gelmiş. Süleyman Bey hem yüreği çok büyük, hem korkusu
minimum olan bir adam. Bu ihbarları hiç ciddiye almadı, bana
sezdirmedi bile...
* Oğuzhan Müftüoğlu ile ilişkiniz nasıldı, şimdi nasıl?
Ben değil, bizim aileden kimse onu tanımadı. Bilerek
kendini uzak tuttuğunu düşünüyorum. Doğrusu yanlışı tartışılır ama
amacı Türkiye’yi iyiye götürmekti.
Sezen Aksu’nun durumu ciddiydi
* Sezen Aksu’yu sağlığına kavuşturan isim olarak
biliniyorsunuz. Neydi problem?
2000’li yılların başında tanıştım Sezen’le... Kendisine yapılan
gereksiz tıbbi müdahalelerin sonucunda “İyatrojenik Cushing”
hastası olmuştu.
* Nasıl bir yanlış müdahale yapılmış?
İyatrojenik Cushing, böbrek üstü bezlerinin aşırı çalışması
sonucunda, yüzün yuvarlaklaşması, boyun bölgesinde yağ birikmesi,
halsizlik, yüksek tansiyon şeklinde ortaya çıkan ve çok ciddi
sonuçları olan bir hastalık. Bir konser öncesinde, ses kısıklığı
problemi olunca kulak burun boğaz uzmanına gözükmüş. O da
gereğinden fazla bir kortizon tedavisi uygulamış. Sezen’in
tabiriyle iğneleri yedikçe bülbül gibi şakıyormuş. Aşırı kortizon
kullanımı, Cushing’e yol açmış.
* Nasıl tanıştınız?
Beni telefonla aradı, hasta olduğunu, sağlığından endişe ettiğini
söyledi. Ben de ilk fırsatta İstanbul’a gelip, kendisini kontrol
edeceğimi söyledim. Bir hafta sonra tekrar aradı ve dedi ki:
“Doktor, öleceğimden korkuyorum.” Çok üzüldüm ve dedim ki: “Sezen
Hanım, bu besteleri siz mi yaptınız?” Şaşkınlıkla “Evet” dedi. “Bu
sözleri siz mi yazdınız?”, “Evet” dedi yine... “O zaman merak
etmeyin, siz kolay kolay ölmezsiniz. Mucize denen bir şey varsa,
Allah bunu önem verdiği, özendiği kullarına bahşeder.
Hastalığınızın ne olduğunu bilmiyorum ama üstesinden geleceğinize
inanıyorum” dedim.
* Ne cevap verdi?
Yarım saat sonra tekrar aradı. “Doktor, çok yoğunsan benim için
programını bozma. Kendimi çok daha iyi hissediyorum.” Söylemek
istediğim şey ona iyi gelmişti ama ertesi gün uçağa atlayıp onu
görmeye gittim. O ilk karşılaşmayı hiç unutmam.
* Nasıldı?
Kanlıca’daki yalısında bir iskoç battaniyesinin altına kıvrılmış,
inanılmaz bir halsizlik içinde yatıyordu. Aşırı kiloluydu, kolunu
kımıldatamıyordu ve tansiyonu çok yüksekti. Belli etmedim ama
durumunun ciddiyetini görünce çok endişelendim.
* Nasıl iyileşti?
Sezen Aksu normal bir kişilik değil. İnsanın varlığıyla ilgili çok
farklı düşünceleri var. Kolay teslim olmuyor. Kafası yatarsa da,
müthiş disiplinli bir şekilde sisteminize uyuyor. Tedaviye
başladıktan bir yıl sonra, böbrek üstü bezleri tekrar çalıştı, bir
buçuk yıl sonra ilk konserini verdi, iki buçuk yıl sonra tamamen
iyileşmişti. Azmi karşısında hayran oldum ona... Artık aile
gibiyiz. Ona ikinci hayatını verdiğimi söyler hep. Ben de son
kitabımı Sezen’e ithaf ettim ve adını “İkinci Hayat” koydum.
Demirel gibi, Sezen’i tanımak da bana Allah’ın bir lütfudur. Şimdi
sağlık durumu çok iyi...
Mihriban’la su ile un gibi mükemmel bir
karışımız
* Eşiniz çok güzel bir kadın. Nasıl tanıştınız? Aşk
evliliği miydi?
Eşimle hastanede tanıştım. Asistanlığımın altıncı ayında, bir gece
nöbetteyken, hemşire “Doktor koş. Kadın kalp krizi geçiriyor” diye
bağırdı. Odaya girdim ve hastadan önce Mihriban’ı gördüm. Kalp
krizi geçiren annesiymiş meğer... Annesinin tedavisi süresince
hastanede yakınlaştık ve bu yakınlaşma kısa sürede evliliğe
dönüştü. 30’umdan önce evlenmem derken, 26 yaşında imzayı
attım.
* “Bu kız kaçmaz”mı dediniz?
Evet. Mihriban çok özel bir kadındır. Ben kadınla erkeği suyla una
benzetirim. Evlendikten sonra hamur haline gelmişlerse, o mükemmel
bir karışımdır. Ayrılamaz. Suya veya una geri dönüş yoktur. Bizim
evliliğimiz de böyle oldu. Ben şimdi sağlıklı yaşam öğütleri veren
biriyim ama Mihriban’la evlenmeden önce çok içki içerdim, kötü
beslenirdim. Hayatta kendime doğru ve düzgün bir yer edinebildiysem
bunda karımın katkısı çok fazladır. Kendimle ilgili ortalama
kararları bile karıma sormadan almam.
* Sigara içer miydiniz?
İçerdim. 5 yıl bırakmak için mücadele ettim, her girişimim hüsranla
sonuçlandı. Sigarayı 93 yılında Demirel sayesinde bıraktım. Onun
yanında sigara içemediğim için köşke giderken, arka arkaya aç
karnına sigaraları tüttürürdüm. Bir gün yine tansiyonunu ölçmek
için eğildiğimde dedi ki: “Doktor sana bir şey soracağım?”
“Buyurun, Sayın Cumhurbaşkanım” dedim. “Senin bu sigara kokundan,
hastaların rahatsız olmuyor mu?” Başımdan aşağı kaynar sular indi.
Sabahın köründe koktuğum için nasıl utandım. Oradan çıktım, paketi
çöpe attım, bir daha da elimi sürmedim.Eş dost beslenmeyle ilgili
her şeyi arar bana sorar ama kendi ailemi bu konuda biraz es
geçiyorum.
* Evdeki insanların yemesine içmesine müdahale eder
misiniz, “Onu yeme zararlı, şunu iç faydalı” şeklinde
tavsiyeleriniz var mıdır?
Beslenme konusuna 90’lı yıllarda kafayı taktım. Yine pek kimse
bilmez ama çocukluğumda ve ilk gençlik yıllarımda çok kiloluydum.
93-95 döneminde bir 15 kilo verdim. Hâlâ onu korumaya çalışırım.
Genetik miras yönetilebilir ama yaşamımızın temel belirleyicisi
yediklerimizdir. O yüzden eve giren çıkan yemeğe çok dikkat ederim.
Gerçi artık etmiyorum, sistem oturdu.
* Sizin eve hangi gıdalar girmez?
Aslında hemen her şey girer. 15 günde bir sucuk, ölçülü yumurta,
tereyeğı tüketiriz. Özellikle oğlum Raşit sucuğu çok sever. Zararlı
pişirme şekillerinden ve abur cuburdan uzak dururuz.
* Aile fertleri ve eş dost her sorunda sizi arıyordur
sanırım.
Arar. Ben tıpla ilgili soru sorulduğunda cevaplamayı seven bir
tipim. Ama kendi ailem sorduğunda geçiştirebiliyorum. Geçenlerde
kızım bir şey danıştı. “Geçer, geçer” dedim. Sonra “Baba biraz daha
açıklayabilir misin?” deyince cevabımın tuhaflığını fark ettim ve
açıkladım. İnsanlar sizin de bir özel hayatınız olabileceğini
düşünmüyor. Mesela, İstinye Park’ta eşimle pizza yiyoruz. Millet
parmağıyla “Aa bak pizza yiyor” diye beni işaret ediyor. Ardından
“Pizza zararlı mı, değil mi?” soruları geliyor. Pizza zararlı olsa
İtalyan mutfağının yarısı olmazdı. Bu durum bende gerginlik
yaratmıyor ama ağız tadıyla bir pizza yememe de engel oluyor.
Çocuklarımla yaşayamadıklarımı şimdi torunumla
yaşıyorum
* Nasıl bir babasınız peki? Rahat,
otoriter...
Çok rahat, yumuşak, müşfik bir baba olduğum söylenemez. Çocuklarıma
telkinlerimi, tavsiyelerimi hep eşim aracılığıyla yaptım. Anneleri
onları çok iyi yönetti. Benim kuralcılığımı da Mihriban yumuşattı.
Yeri geldi “Bu kadar katı olma, izin ver gitsin” dedi.
* Torun sahibi olmak nasıl bir şey? Çocuk ve torun sevgisi
arasında fark oluyor mu?
“Evlat paraysa, torun fazidir” gibi laflar hep duyardım. Ama bunu
anlamak için torunumu kucağıma almam gerekiyormuş. Zannediyorum bir
aşı bu. Dünyadaki devamlılığınız ile ilgili bir heyecan veriyor
insana...
* Nasıl bir heyecan bu?
Kendi çocuklarım olduğunda genç bir adamdım, hayatta
bir şeyleri başarma kaygısı içerisinde onlara çok fazla vakit
ayıramadım ne yazık ki. Hangi sınıfta olduklarını bile bilmezdim,
öğretmenlerini hiç tanımadım. Bu işlerle hep eşim Mihriban
ilgilenmek durumunda kaldı. Ancak torunum olunca bebekliklerinde
Raşid’i, Merve’yi yeterince koklamadığımı, kucağımda gezdirmediğimi
fark ettim. Torunum, çocuklarımla yapamadığım şeyleri telafi
edebilmek için geldi sanki... Aleyna artık 4 yaşında... Torunumla
konuşabilmek, anlaşabilmek müthiş bir duygu gerçekten.