“İstanbul’a geldikten sonra -16 yaşındaydım galiba-
Sinematek’te Ingmar Bergman’ın Sessizlik (The Silence) filmini
izlemiştim. Bu film bende çok derin bir etki uyandırmıştı.
Sinemanın o güne kadar izlediğim bütün filmlerin ötesinde bir
potansiyeli olduğunu düşündürtmüştü. Ya benim belli bir zamanıma
denk gelmişti ya o filmin kendi özelliklerinden kaynaklanıyordu,
bilmiyorum; ama o filmi seyretmek benim sinemaya olan ilgimin
cinsini çok ciddi bir şekilde değiştirdi bir anda.”
Böyle anlatıyordu Nuri Bilge Ceylan, Bergman'ın
kendisinde yarattığı derin etkiyi.
Kendine özgü kurduğu sinema dili onu, yıllar sonra bugün dünyaca
ünlü sinema eleştirmenlerince "Bergman'dan beri böylesini
görmedik" övgüsüne mazhar kıldı. Asıl başarı
burada gizli, Altın Palmiye işin bonusu oldu.
Nuri Bilge Ceylan'ın Altın Palmiye ödülünü aldığında yaptığı
konuşmayı dinlerken, bir dahi olarak nitelenen Bergman'la kesişen
yollarının sadece sinematografik özgünlük olmadığını düşündüm.
İnsanın duygu dünyasına açılan kapıları izleyici için
aralarken, en çok unuttuğumuz şeyi "insan olmayı" hatırlatıyorlardı
bize.
Görsel yapıları eylemsizliğe, durgunluğa vurgu yaparken, insanın
kendine bakışını ve iç dünyasına dönüşünü, aslında "ben"in
ve hayatın anlamını sorgulamaya odaklanmış bu sinema dili,
karamsarlığın çok daha ötesinde şeyler söylüyor.
Sinemanın bir hikaye anlatma aracı olmasını perdeleyen bu
gerçeklik, görsel imgeleriyle önümüze salt
"sinema"yı koyuyor.
Anlatılan aslında insana özgü "hal"dir. Bu hal;
kimi zaman tüm hikayeleri yerle yeksan ederken, hikaye
olarak nitelediğimiz olayın özünü bir tokat gibi çarpar
yüzümüze.
İşte tam da bu noktada, Nuri Bilge Ceylan'ın
aldığı ödülü yine mütevazi bir konuşmayla, son bir yılda
hayatını kaybeden gençlere ve Soma'ya adaması daha
da anlamlı kılıyor her şeyi.
O sadece insani olana odaklandıkça yükselirken, biz insani
olandan uzaklaştıkça alçalıyoruz.
Acıya, umuda, yalnızlığa, kalabalığa, sevince, üzüntüye,
çaresizliğe, öfkeye dokunmadan geçtiğimizde, her bir olayın niyesi,
nasılı sadece karşımızdakini sorgulamak için kullandığımız bir
araca dönüşüyor.
Hem Gezi sürecinde hem de Soma faciasında
ıskalayıp durduğumuz gerçekliği, 12'den vuran bu dil; kullanmaya
kullanmaya unuttuğumuz bir dil.
Sorgulamalarımızı kendi dünyamıza çevirmeden karşıdakini hakkıyla
anlamak ne kadar mümkün?
Bizim en çok kendimizi sorgulamaya ihtiyacımız
var. Hem de bir film karakterinin bize anlattığından çok
daha fazla.
Son bir yılda hayatını kaybedenlerle birlikte kaybettiklerimiz
rakamlara sığmayacak kadar büyük...
Nuri Bilge Ceylan'ın sinema diliyle sorguladığı, sorgulattığı
"insan hali"... Geçen bir yıllık süreçte ölüp
giden "insanlar" ve onların arkasından yarım kalan "insanlar",
hallerine aldırılmadan tarumar edildi.
ACIYI BİR HOLLYWOOD FİLMİ GİBİ
İZLEMEK
Maden faciasında ölen işçilerin acısı, bir acının
etrafında insanca kenetlenmekten çok, politize olmuş çıkarların
inceden örülmüş hesaplarına kurban verildi.
Dramatize edilen her bir işçi öyküsü bile acıyı
duyumsatmanın çok uzağında kaldı. Çünkü Soma'da
yaşanan acı, en başından beri önü alınamaz bir kutuplaşmayı bilemek
için adeta araçsallaştırıldı.
Bir sinema filmi izler gibi izledik ekranlardan.
Faciadan sonra medyadan izlediğimiz bu süreç tam bir
Hollywood filmi kıvamındaydı: Bol aksiyon, hikaye odaklı,
acı üzerinden yapılan anlık sorgulamaların yeni bir olay örgüsüyle
üstünün örtülmesi...
Oysa "acıydı" yaşanan...
Oysa evladını kaybeden bir annenin feryadı kadar derindi,
duyar gibi olduğumuz bu acı...
Tüm hengameden arda kalan yine, yüreği yanan canlar
oldu.
Öksüz çocuklar, evinin direği yıkılmış kadınlar, bir yanı hep yarım
kalacak kardeşler, babalar...
Ve insana dair ne varsa, ölüm acısıyla bile hemhal
olamamış yığınlar...
Bitirirken; Ingmar
Bergman'a soruyorlar bir gün "Gidişat kötü, dünya nasıl
kurtulacak?"
-Utanç, diyor Bergman. "Dünyayı bir
tek utanç kurtarabilir..."