MHP'nin oyları düşük gösterildi
Abone olŞu anda NTV'de görev yapan Ayşenur Arslan, uzun yıllar görev yaptığı atv televizyonu ile ilgili anılarını anlatırken, MHP ile ilgili yaşanan bir diyaloğu gündeme getirdi.
Şu anda NTV'de görev yapan Ayşenur Arslan, uzun yıllar görev
yaptığı atv televizyonu ile ilgili anılarını Radikal gazetesinde
yayınlamaya devam ediyor. Şu anda NTV'de görev yapan Ayşenur
Arslan, uzun yıllar görev yaptığı atv televizyonu ile ilgili
anılarını Radikal gazetesinde yayınlamaya devam ediyor. atv haberin
zirvede olduğu yıllarda Ali Kırca'nın sağ kolu olan, hatta
başarının mimarı olduğu söylenen Arslan bu haftaki yazısında,''18
Nisan günü geldi çattı. Sandıklar açılmaya başladı. Ali Kırca da,
ilk sonuçları vermek üzere kamera karşısına geçti. Ve birkaç dakika
sonra kıyamet koptu. Yukarıdan aranıyordum: "Ne yapıyorsunuz siz!"
Ne yapıyorduk sahiden! MHP'yi çok yüksek göstermiştik, olacak şey
miydi! "Ama" diye itiraz etmeye çalıştım, "Gelen bilgiler böyle."
İtirazım dinlenmedi. İlk bilgiler hep yanıltıcı olurdu. Biz de
seyirciyi yanıltıyorduk! Peki ne yapmalıydık! Yanıt, şok ediciydi:
"Hemen durdurun sonuç vermeyi." diyor. RADİKAL'DEKİ YAZI Öyle
tarihler vardır ki, kimi zaman yılını söylemeye bile gerek yoktur.
27 Mayıs dersiniz, yeter. Ya da 12 Eylül, 28 Şubat, 17 Ağustos. Her
biri, Türkiye'nin kader yolculuğunda kritik birer dönemeç olmuştur.
Ve pek çok kişinin, bazen milyonların hayatını değiştirmiştir. Ama
bir haberci için, farklı bir anlam daha taşır o tarihler. "O günü"
ekrana taşıyabilmek için yaşadıklarınızı hatırlarsınız. Anılar,
haberin "perde arkasıyla" ve unutamayacağınız yüzlerle çıkıp gelir.
Anlatmaya, "en unutulmaz" günle başlamalı: 17 Ağustos. Tatilden 16
Ağustos günü dönmüştüm. Ali Kırca izindeydi. Ve ATV Haber Merkezi
Oğuz Haksever'e emanetti. Öylesine durgun bir gündem vardı ki,
Oğuz'a, "Beni bugün unut" demiştim, "Ben yarın ne yapabiliriz diye
düşüneyim. Belki yarının gündeminden, şöyle canlı yayın arabasını
gönderip heyecan katabileceğimiz bir şeyler çıkartırım." "Yarının",
bırakın heyecanlı, unutulamayacak bir gün olacağını aklımın ucuna
bile getirmeden eve gittim. O gece depreme ayakta yakalandım. 45
saniye boyunca yatak odamın kapısına tutunarak ve hiçbir şey
düşünemeden o korkunç uğultunun bitmesini bekledim. Bitti.
Düşünceler, şu sırayla akmaya başladı: İyi ki Sinan İstanbul'da
değildi. Hemen giyinip çıkmalıyım. Aman cep telefonunu ve anahtarı
unutmayayım. İstanbul'u saran karanlıkta giyindim. Sokağa fırladım.
İlk işim Mete Çubukçu'yu aramak oldu: "Mete, hemen kameramanlardan
biriyle temasa geç, Taksim'de falan buluşun. Nereye gitmeniz
gerektiğini henüz bilmiyorum ama sonra yeniden konuşuruz." Aradığım
ikinci kişi, Oğuz Haksever'di. "Oğuz neredesin?" "Yoldayım
ablacığım.. ATV'ye gidiyorum." "Hemen Kandilli'ye git. Bu gece
herkesin gözü kulağı orada olacak." "Ben başka bir arkadaşı
Kandilli'ye göndermiştim ama." "Hayır, lütfen sen git. Bu deprem
belli ki çok büyük. Senin olman lazım orada." O telefon, sanıyorum
Oğuz Haksever'in hayatında önemli kilometre taşlarından biri oldu.
Hem o gece hem de sonraki günler öylesine mükemmel bir yayın yaptı
ki, pek çok kişi Oğuz'u deprem uzmanı sandı. Yaklaşık 20 dakika
sonra haber merkezindeydim. Tatilde olmayan bütün arkadaşlarım da.
Teknik ekip saate değil, saniyeye karşı yarışarak hazırlığı
tamamladı. Yayına başladık. Haber masasında, Hakan Aygün vardı.
Yeşilköy'deki evi öylesine sarsılmıştı ki, dışarı ayağında boxer
donuyla fırlamıştı. Üstüne, giysi odasındaki gömlek, ceketlerden
bir şeyler uydurmuştu. Yani, ekranda son derece normal bir görüntü
veriyordu. Oysa, masanın altında boxer'ıyla oturuyordu! İlk
saatlerde Avcılar'daki hasara kilitlendik. Ardından İzmit'e
yöneldik. Ama hâlâ facianın boyutlarını anlamaktan çok uzaktık...
Felaketin boyutunu, Ankara'dan yola çıkan ama Bolu yönü tıkalı
olduğu için, mecburen Adapazarı üzerinden gelmeye çalışan ekibimiz
ortaya çıkarmıştı. Unutmak mümkün mü! Birden link hattımızda Arzu
Zengin'i görüvermiştik. Telefonlar kilitlendiği için bizi
arayamıyordu. Bu yüzden görüntüyü uyduya verip fark edilmeyi
beklemişlerdi.. Arzu, kameraya elindeki kağıdı gösteriyordu: "Beni
hemen yayına alın". Arzu'yu hemen yayına aldık ve anlattıklarıyla
donup kaldık. "Adapazarı neredeyse yokolmuş" diyordu, "Kentin çok
büyük bölümü yerle bir olmuş durumda." Oysa o ana kadar
Adapazarı'nın durumuna ilişkin hiçbir haber gelmemişti. Ekibimiz de
zaten "mecburen" Adapazarı'na yönelmişti... Muhalif ses gerekiyor
Sonraki günler, biz İkitelli'deki ATV binasında aralıksız
sallanarak, ekiplerimiz de deprem bölgesinde, bir yanda artçı
şoklar bir yanda trajik öykülerle içiçe yaşayarak çalıştık.
Sanıyorum 18 Ağustos günü, o telaşın içinde Reha Muhtar dikkatimi
çekti. Kurtarma çalışmalarının yetersizliği, yardımların gecikmesi
yüzünden veryansın ediyordu hükümete. Doğrusu, o atmosferde
milyonların hissine tercüman oluyordu. Bizimse elimiz kolumuz
bağlıydı. Ali Kırca yurtdışından dönememişti. ATV Haber'in klasik
üslubuyla, spiker arkadaşlarımızın Reha Muhtar'la yarışması da
mümkün görünmüyordu. "Biz söyleyemiyorsak, söyleyecek birini
bulalım" diye düşündüm. Aklıma Can Ataklı geldi. Aradım.
Aklımdakini açık açık söyledim: "Muhalif bir ses gerekiyor. Deprem
sarsmadı ama bizim Ankara'yı sallamamız lazım." Can Ataklı yayına
geldi ve kısa süre sonra ATV Haber'in telefonları kilitlendi. Can,
bu ilk televizyon deneyiminde -o gün tahmin ettiğim, çok sonra
yolumuz yeniden kesiştiğinde de pek çok kez gözlediğim gibi- "gaza
sonuna kadar basmayı sevdiğini" göstermiş ve söylenmesi gerekenleri
fazlasıyla söylemişti. Ali, ancak üçüncü gün gelebildi. Ve iki gün
sonra da birlikte yollara düştük. İzmit, Gölcük, Yalova,
Adapazarı... Binlerce ayrıntı sığmış, deprem bölgesinde
geçirdiğimiz o sekiz güne. Tarifi imkansız bir koku. Tarifi daha da
imkansız bir çaresizlik. Gölcük'te, yıkılan evinden geriye sadece
balkondaki çamaşırları kalan, ama yakınmak şöyle dursun, -sanki bir
şölenin ev sahibiymiş gibi- gönüllülere ve askerlere, yumurta
bulabilirse menemen, bulamazsa sıcak domates ezmesi yapıp ikram
eden Erkan... İstanbul'dan kalkıp gelmiş, yapacak başka bir iş
bulamadığı için çöp toplayan hanımefendi... Ve daha nice, adını
bilmediğim ya da hatırlamadığım "iyi insan"... Öte yanda, her canlı
yayında kameraya el sallayıp gülen, cep telefonlarıyla yakınlarına
"ATV'deyim diye haber veren "kötü ruhlar". Ya da canlı aranan bir
enkazın yanıbaşındaki sağlam evlerinin önüne sandalyelerini atmış
oturan, "geçmiş olsun" dileğime, adeta "7.4 yetmedi mi" diye soran
sert bakışlarıyla yanıt aldığım aile. İnsanoğlunun binbir yüzüyle
karşılaşmıştık deprem bölgesinde. Elbette trajedinin de binbir
biçimiyle. Depremin onuncu gününde bile Adapazarı'nda tam bir can
pazarı yaşanıyordu. Yorgunluk ve çaresizlikten ağlayan genç
doktorun görüntüsünü hatırlıyor musunuz? Ya da canlı yayınımızda
"Çocuğum ileri derecede şeker hastası, eğer hemen insülin
bulamazsak komaya girecek" diye feryat eden babayı? Tam bir kaos
yaşanıyordu. Haber bültenimizi bitirdikten sonra, ATV Haber'in
çadırı önünde kuyruk oluşurdu. Çünkü bulabildikleri tek "resmi
merci" bizdik! Bu yüzden, gece geç saatlere kadar insanları dinler,
not alır, haber merkezine bazılarını iletir, çözüm bulmalarını
isterdik. Unutamayacağım bir başka "resmi merci" de, İstanbullu bir
gençti. Bir post-it bulmuş, üzerine "yetkili" yazmış, sonra
valiliğe dalıp yazının üzerine eline geçirdiği bir mührü basmıştı.
Alnına yapıştırdığı o post-it, onu "koordinasyon yetkilisi"
yapmıştı! Stadyuma, askeri birliğin bahçesine, kentin çeşitli
yerlerine kurulmuş sahra hastaneleri arasında mekik dokuyor;
hangisinde ne eksik var, nereden temin edilebilir, onları
saptıyordu. Sonra da elindeki listelere göre koordinasyonu
sağlıyordu... Ecevit'in zafer günleri Depremin vurduğu saatlerde
"rahatsız olmasın" diye haberdar edilmeyen Başbakan Bülent Ecevit,
ertesi gün "her şey kontrol altında" dememiş miydi! Hayır, hiçbir
şey kontrol altında değildi. 27 Ağustos gecesi, bastıran sağanak
yağmura karşı, Can Dündar'la bir zamanlar Adapazarı olan kentin bir
köşesinde yere oturmuş, çaresizce "çaresizliği" izliyor ve bunları
konuşuyorduk. Kapkara bir geceydi. Ankara çok uzaktaydı. Ecevit'in
zafer günleri de... Oysa daha birkaç ay önce, her şey ne kadar da
farklıydı. Aynı yıl, 15 Şubat. Sabah saatlerinde haber merkezlerine
bir not aktarılmıştı: "Başbakan Ecevit, kısa süre sonra çok önemli
bir açıklama yapacak." Ankara büromuz, açıklamanın Abdullah
Öcalan'la ilgili olduğunu öğrenmişti. Nitekim, Ecevit, hazırlanan
canlı yayın ekiplerine tarihi açıklamayı yaptı: "Abdullah Öcalan,
bu sabah itibariyle Türkiye topraklarındadır." Açıklamayı hep
birlikte ATV Haber Merkezi'nin kocaman salonunda, tepedeki küçük
monitörlere bakarak izlemiştik. Ayakta, yukarıya bakarak izlemek
pek rahat değildi doğrusu. Ama sanırım, tarihe düşülen bu benzersiz
notu dinlerken birlikte olmak istemiştik. Yalnızca biz haberciler
için değil, Türkiye için heyecan verici bir dönemeçti. Ve Ecevit,
bunun rüzgarıyla seçime gidiyordu... Ecevit'in, Abdullah Öcalan
kartıyla oylarını artıracağı açıktı. O nedenle -bütün öteki
kanallarda olduğu gibi- bizde de seçim haberleri DSP ile başlıyor;
her kanalın o günkü tavrına göre ANAP ya da DYP ile devam ediyordu.
MHP'yi ise neredeyse hiç görmüyorduk. Bir gün haber toplantısında
buna dikkat çektim: "MHP'ye hiç yer vermiyoruz. Ama ben ciddi bir
tırmanış gözlüyorum." Ali Kırca itiraz etti: "Efsane lideri
Türkeş'le bile Meclis'e giremeyen MHP şimdi hiçbir şey yapamaz.
Üstelik, Abdullah Öcalan'ın yakalanmasıyla MHP'nin varlık
nedenlerinden en önemlisi ortadan kalktı." Bir yandan bu
tartışmalar, bir yandan teknik hazırlıklarla, 18 Nisan
yaklaşıyordu. 18 Nisan'da genel ve yerel seçimler birarada
yapılacaktı. Ve biz, çifte seçime, ATV Haber'e çok yakışan bir
iddiayla hazırlanıyorduk. ATV, seçimler için bir "sanal stüdyo"
ekipmanı kiralamıştı. Yani, stüdyomuzda, örneğin DSP'den söz
ederken sanal güvercinler uçurabilecektik. Ya da seçim barajını
anlatırken, yerden sanal alevler yükselebilecek ve biz bu efektle,
hangi partilerin o ateş hattının altında kaldığını
gösterebilecektik. Seçim günü için özel ekipler kurmuştuk. Her
ekip, seçimin ayrı bir bölümünden sorumluydu... Şok edici sonuçlar
Derken, 18 Nisan günü geldi çattı. Sandıklar açılmaya başladı. Ali
Kırca da, ilk sonuçları vermek üzere kamera karşısına geçti. Ve
birkaç dakika sonra kıyamet koptu. Yukarıdan aranıyordum: "Ne
yapıyorsunuz siz!" Ne yapıyorduk sahiden! MHP'yi çok yüksek
göstermiştik, olacak şey miydi! "Ama" diye itiraz etmeye çalıştım,
"Gelen bilgiler böyle." İtirazım dinlenmedi. İlk bilgiler hep
yanıltıcı olurdu. Biz de seyirciyi yanıltıyorduk! Peki ne
yapmalıydık! Yanıt, şok ediciydi: "Hemen durdurun sonuç vermeyi."
Arkadaşlarıma talimatı aktardım. Ali Kırca'nın kulaklığına da,
"Konuşmaya devam etsin, bir süre sonuç veremiyoruz" mesajını
ilettim. Ali Kırca, neler olup bittiğini anlayamadan yaklaşık 45
dakika konuştu. Ben de o arada arkadaşlarımla "ne yapacağımızı"
tartıştım. Tarihi bir skandalla burun burunaydık. TRT'den aldığımız
verilerle yayını sürdüremeyeceğimiz açıktı. Yukarısını ikna
edemeyeceğimiz de! Önümüzde iki seçenek vardı: Ya sonuçlar
patronajın hoşuna gidecek hale gelinceye kadar Ali Kırca boşu
boşuna konuşmayı sürdürecekti, ya da medya tarihine geçecek bir
tuhaflığı deneyecektik. Sonunda kararımızı verdik, bir reklam
molasında durumu Ali Kırca'ya da anlattık. Ve o seçeneği uygulamaya
başladık. TRT'den gelen sonuçları alıyor, MHP'den 3-4 puan
düşürüyor, düşürdüklerimizi öteki partilere bölüştürüyor ve "uygun
sonucu" ekrana veriyorduk. Bu aslında hem meslek ahlakımızı yerle
bir ediyordu, hem de hazırlıklarımızı çöpe atıyordu. Çünkü, sanal
stüdyomuz, otomatik veri akışına göre düzenlenmişti. Bizim
"deforme" edilmiş verilerimizse otomatik olamıyordu. Yani, sanal
stüdyo, sanal sonuçlar yüzünden devre dışı kalmıştı. Bu saçmalık,
gece 22.00 gibi sona erdi. MHP'nin oylarını artırdığı artık apaçık
ortadaydı. Bizim anlatamadığımızı sonuçlar anlatmıştı. Sonunda
otomatik sisteme döndük. Ve çok geç de olsa stüdyomuzda
güvercinleri uçurabildik. 18 Nisan, DSP ve MHP'nin zaferiyle,
bizimse mesleği bırakıp bir yerlerde pansiyon işletme
hayallerimizle sona ermişti. Biz mesleği bırakmadık. Sonrasında
kimse bizden özür dilemedi. Tanışmak için can atılan Devlet Bahçeli
de bir süre sonra, Başbakan Yardımcısı sıfatıyla ATV'yi ziyaret
etti. O da, yukarısı da pek memnundu. Çok değil, bir yıl sonra her
birinin bir tarafa savrulacağını, hem ATV'nin, hem hükümetin
çökeceğini, kısacası "ayrılık vaktinin" geleceğini kimse aklının
ucuna bile getirmiyordu.