Medyanın tarikatlara bakışı değişiyor
Abone olMedyanın sosyal gerçeklik alanı olan tarikat ve mezheplere bakış açısının günden güne normalleştiğini dile getiren Ekrem Dumanlı'dan Tempo'ya alkış geldi.
Yakın bir geçmişte Türk medyasının tarikatlere bakış açısının
genellikle bastırma, susturma, sindirme, yok etme güdüsüyle
yaklaştığını dile getiren Ekrem Dumanlı, bu anlayışının yavaş yavaş
terkedildiğini öne sürdü. Dumanlı, bugünkü
yazısında Tempo Dergisi'nin yaklaşımını
örnekledi:
- Geçen haftanın ilginç gündemlerinden biri İslamî akımlardı
(tarikatlar, mezhepler, cemaatler).
Ne kadar yok sayılsa da tarihî ve sosyal bir gerçeklik taşıyor bu
akımlar. Medya bu gerçekliğe genellikle bastırma, susturma,
sindirme, yok etme güdüsüyle yaklaştı.
Belli zaman dilimleri içinde yaşanan nâzik dengeler düşünüldüğünde
bu baskın yaklaşımı anlamak belki mümkün; ancak global
med-cezirlerin ulaştığı son sahil çizgisi, daha özgürlükçü bir
söylemi şart koşuyor. Ve bu söylem Türk medyası tarafından artık
daha net ifade edilebiliyor...
Tempo Dergisi'nin son sayısı ilginç bir örnek. Genel Yayın
Direktörü Kerem Çalışkan dergisi için cesur çıkışlar
yapabiliyor.
Mesela kadın resmi basmadan da kapak hazırlayabiliyor. Derginin son
kapağına zikir meclisinden alınmış bir dergah fotoğrafı koymuş
Tempo. "Kadirîler dergah kapısını ilk kez Tempo'ya açtı" deniyor ve
"Tarikatlar Turizme Açılsın" başlığı atılıyor.
Çalışkan, editör yazısında maksadını tam ifade edebilmek için aynı
dergah fotoğrafından hareketle "farklı bakışla farklı kapaklar"
yapmış. Yazısının içinde görsel malzeme olarak sunulan alternatif
kapakların birinde başlık "İşte irtica", diğerinde ise "Dergah
kapısını ilk defa Tempo'ya açtılar: Kadirîler".
Dergi yukarıdaki iki başlığı da doğru bulmamış. Çünkü tarikatlara
"bunların hepsi irticadır, hepsi kapansın" şeklinde yaklaşan "sert
laik bakış"a katılmıyormuş dergi.
İkinci başlık, 2. bakış açısının yansıması; yani
"geleneksel-muhafazakâr" görüşü simgeliyormuş. Her iki görüşe de
yüz vermek istemeyen Tempo, üçüncü bir yol bulmuş kendine ve buna
"modernist bakış" adını vermiş. Bu bakışa göre tarikatlar "Türk
toplumunun yaşayan kültürel değerleri" olarak kabul
edilmeliymiş.
"Modernist bakış"ın tezi "Avrupa'ya tekke-showları, sema, semah ve
zikir gösterileri satalım".
Maneviyat yaşanır, satılmaz...
Medyanın tarikat, dergah vesaire dendiğinde soğukkanlılığını
koruyabilmesi sevindirici bir gelişme. Bu süreç çoktandır
gözleniyor.
Türk toplumunda derin manevî izleri olan akımlara artık daha makul
yaklaşımlar sergilendiği ortada. Özellikle Alevî ve Mevlevî
törenlerine devletin zirvesinde büyük ilgi var.
Bu akımların sosyal barışı, insan sevgisi ve iç huzuru öğütlemesi
devlet büyüklerince de dikkate şayan bulunuyor olsa gerek...
Tempo yayın yöneticilerinin sundukları öneri konusunda iyi niyetli
olduğuna inanıyorum. Ancak atlanan bir noktayı hatırlatmakta fayda
var: Kökü dinî referanslara ve tarihî geleneğe dayanan manevî
akımlar, kişilerin özel hayatlarını sarıp sarmalayan ve onları
belli bir kıvama çağıran disiplinlere sahip. Evradıyla, ezkârıyla,
âdâbıyla hayatın; özellikle de kalplerin bir hayli derin
noktalarında hissediliyor.
Daha açık konuşmak gerekirse bu akımlar, artistik ritüeller,
turistik aktiviteler, medyatik gösterilerden oluşmuyor. Bu
akımların aslı itminan ve sekine arzusuyla manevî seyr ü sefere
dayanıyor. "Gelin sizi dünya turizmine açalım" dediğinizde buna az
da olsa güle oynaya gelen çıkabilir; fakat onca baskıya rağmen
marifetullah (Allah'ı bilme) yolunda kalbî seyahatine devam eden,
tevekkül ve tevazuu seyr ü sülûkunun mebdei sayan kişilerin turizme
malzeme olmayacağı çok açık. Siyasetle, yönetimle, devlet işleriyle
hiç mi hiç ilgilenmeyen "el aman, ya Hannân" deyip sade ve sessiz
hayatını (en azından evinde barkında) dervişâne yaşayan adamı ikna
için "folklorun yaşayan son örneği" ilan etmeniz yetmez...
Üstelik "turizme açma" fikrinde oryantalist bir bakış açısı; hatta
az daha zorlasanız toplum mühendisliğinin dayatması da
düşünülebilir...
Her neyse. En azından anlamaya çalışma gayreti, yok etme ve
sindirme arzusuna galebe çalıyor denebilir. İyi niyetle açılan bu
tartışma, daha sağlıklı bir ortamda dinî akımların tarihî ve
sosyolojik gerçekliğini anlamaya yarayabilir...
Haftanın diğer hararetli tartışma konusu şüphesiz Alevîlik
üzerineydi. AB süreci içinde Alevîlik konusunu daha sıcak bir
tartışma konusu haline getirmek isteyen grupların varlığı
biliniyor. Aslında sağduyu içinde yapılacak bu tartışmadan da
hayırlı neticeler çıkabilir; yeter ki konuya iyi niyetle ve
samimiyetle yaklaşılsın.
Alevî Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Doğan "Alevîlik
İslâm'ın dışındadır ve kendine özgüdür" deyiverdi. Başkan'a göre
"Alevîlik İslâm'dan önce, Orta Asya'da Şamanizm, Zerdüştlük,
Manihaizm vb. inançlarından etkilenerek oluşmuş." Bu sözler şu
soruyu gündeme getiriyor: "Peki Alevîlik'in İslâm'la ilgisi ne?"
Ona da açıklama bulmuş Bay Başkan: "Tek ortak noktamız
Allah-Muhammed-Ali üçlemesidir." demiş.
Hangi yanlışını düzelteceksin ki! Ne tarih kültürü ne din bilgisi
böyle büyük hatayı affeder. Zaten Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan
bile isyan edip "Bu iddiayı savunmak zırcahilliktir." demiş. İyi de
bu kadar "zırcahil" bir adamın "Alevî Bektaşi Kuruluşları Birliği
Federasyonu Genel Başkanı" sıfatı taşıması tuhaf değil mi?
Eminim "zırcahil başkan"ın açıklaması en çok Alevîleri rahatsız
etmiştir. Gerçi Alevîlik içinde bir azınlık olduğu ve bunların
Tanrı inancının bile çok uzağında kaldığı, işi Şamanizm'e,
Zerdüştlüğe; aslında materyalizme dayandırmak istediği çoktandır
biliniyor. O yüzden "Ali'siz Alevîlik" üzerinde duranlar var. Hatta
bir örgütü neredeyse Alevî teşkilatı haline getirmek isteyenler
var. DHKP-C gibi. Bazı örgütlerin eylemler sırasında kaybettikleri
"devrimci arkadaşları"nı cemevinin önüne getirmesi ve örgütle
Alevîlik'i özdeşleştirmeye çalışması Alevî vatandaşlarımızı uzun
süredir rahatsız ediyor...
Bektaşilik de bu ülkenin manevî miraslarındandır. Değişik tanımlar,
yorumlar yapılsa da genel kanaat, tarikat olması üzerinedir.
Hazret-i Ali ve onun soyunun bereketine manen sığınma ve o gölgenin
altında seyr ü sûlûk etme esprisine dayanır.
Türkiye, Alevîlik meselesini de kulaktan kulağa dolaşan efsaneler,
menkıbeler ve ustûrelerden kurtarıp kitabî kaynaklara taşımak
zorunda. Bu konuda yapılacak ilmî çalışmalar sonunda ortaya çıkacak
gerçek, "zırcahil" açıklamaları bertaraf edecektir. Tarihî süreç
içinde sözlü kültürün yaygın olduğu Alevîlik ve Bektaşilik'in
bugünkü müktesebat içinde yazılı metinlere yönelmesinden başka
çaresi de yoktur zaten...
Bediüzzaman’ın hakkı teslim edilirse
Geçen hafta diğer bir önemli konu Bediüzzaman Said Nursi
üzerineydi. Cüneyt Ülsever (Hürriyet) "Türkiye'nin görevi: Said-i
Nursi'yi anlamak/anlatmak" başlıklı bir yazı kaleme aldı. Ülsever'e
ilham veren 3-5 Ekim'de Lütfi Kırdar'da yapılan "Çok Kültürlü Bir
Dünyada İmanlı, Anlamlı ve Barış İçinde Yaşama Kültürü" başlıklı
bir sempozyum.
Hürriyet yazarı, Nursi'nin dünyaya ve Müslümanlığa "siyaset-eğitim
ve ekonomi alanında üç önemli katkısı" olduğunu söylüyor ve bunları
yazısında (2 Ekim) izah ediyor, medyayı sempozyuma davet
ediyor.
Said Nursi, en az bilinen, hakkında en çok konuşulan insanlardan
biridir. Pek çok kişi Said Nursi ile Şeyh Said'i bile karıştırır.
Eserlerini bilmeyenler onu yerden yere vurmaya kalkar. Daha
geçenlerde bir başyazar onu Kadirî şeyhi diye yazdı ve aklına
geleni söyledi. Satırlar ilerledikçe kendi cehlini ortaya
koyuyordu...
Oysa Risale-i Nur adı verilen eserler, hiçbir kimsenin inhisarında
tutamayacağı büyük bir zenginliğe mazhar. Ancak medya, ona da bir
türlü objektif yaklaşamadı. Ülsever'in yazısı içtenlik taşıyor ve
aydın cesareti içinde herkesi önyargılarla yok sayılan bir insanı
doğru anlamaya davet ediyor. Önemli olan da bu! Samimiyetle
anlamaya çalışmak; "sağcı", "solcu", "dinci", "tarikatçı" demeden
ve yaftalamadan anlamaya çalışmak...
Dinî akımlar Türkiye'nin önemli bir gerçeği. Bunu görmezden gelmek
mümkün olmadığı gibi; suiistimal etmek isteyen(ler)e göz yummak da
mümkün değil. Her konuda olduğu gibi burada da art niyetli,
fitneci, düzen bozucu kişiler çıkabilir. Şahsî nüfuz sağlamaktan
tutun ticarî istismara kadar pek çok yanlış yapan bulunabilir. Bu,
işin negatif yönü. Bu veçhesi bir yönüyle toplumun bilgi ve
sezgisiyle art niyetli kişileri boşluğa itmesini zorunlu kılıyor.
Bir de işin tarihî seyre uygun bir yapısı var ki; bu, sevgiye,
anlayışa, barışa, toplumsal uzlaşmaya açılım sağlıyor... Medya,
hadiseye mutedil bir üslupla yaklaşmak zorunda. Ancak o zaman hem
doğruları yakalayacak, hem de vatandaşıyla daha barışık hale
gelecek. Bu da çok zor olmasa gerek...
Yazı: Ekrem Dumanlı
Kaynak: www.zaman.com.tr