Kurtlar Vadisi'ndeki o sahnenin anlamı
Abone olKurtlar Vadisi'nin son bölümünde konu edilen Hz. Hasan'la ilgili sahnenin anlamı ne?
Kurtlar Vadisi-Pusu dizisinin 26 Aralık günü yayınlanan
bölümünde Peygamber Efendimizin büyük torunu Hz.Hasan ile ilgili
bir sahne vardı.
Dizideki bir karakter 31 Aralık 2013’ün yani bu seneki yılbaşı gecesinin Hicri takvim ile Hz.Hasan’ın şehadet gününe denk geldiğini söylemişti. Aranılan, özlenen ‘İç Barış’ için rol modelin Hz.Hasan olduğu vurgusu da vardı. O sahnenin tarihteki yerini Aşkın Secdesi kitabının yazarı Ahmet Turgut anlattı.
ALİ EKBER KARAÇAM: Sizi tanıyan birçok kişinin aklına doğrudan siz geldiniz. O sahneyi siz mi yazdınız?
AHMET TURGUT: Hayır ben yazmadım o sahneyi. Roman yazımlarıma daha fazla vakit ayırabilmek için 3 yıl önce Vadi’nin yazım ekibinden ayrılmıştım zaten. Yılbaşı gecesinin bu sene Hz.Hasan’ın şehadet yıldönümüne denk geldiğini yazım ekibindeki arkadaşlarla paylaşmıştım. Onlar da bunu duyurmak istediler. Durumdan habersiz olan birçok insan açısından faydalı bir hatırlatma oldu.
AEK:“İslam’da vefat nedeniyle matem yoktur” diyenler
var. Veya “Yas üç gündür, sonrası Allah’ın emrine isyana girer”
deniliyor. Buna göre asırlar sonra Hz.Hüseyin veya Hz.Hasan için
yas tutmak, matem yapmak doğru mudur?..
AT:Söyledikleriniz toplum nezdinde meşhur
iddialar. Peki kaynağı nedir bunların?.. İzah yok...
Oysa şöyle de düşünebiliriz. Peygamber Efendimiz (sav), Hz.Hatice
(ra) annemizi çok severdi. Onu “Kadınların en
hayırlısı” (Hayrünnisa) addetmişti. Onun vefat ettiği
yılaysa “Hüzün Yılı” dedi. Tarihe merak duyan herkes bilir bu
durumu. Resulullah, eşinin vefat ettiği döneme “Hüzün üç
günü” demedi. Dikkat etmek gerek!.. “Hüzün
Yılı” tabiri bizatihi Peygamberimize ait…
Üstelik Kuran-ı Kerim’de en dikkat çeken kıssalardan olan Yusuf Kıssasında; oğlunun hasretine dayanamayan ve yıllar yılı ağlayan Yakub Nebi bahsi vardır. Öyle ki, bu matem nedeniyle gözlerinin âmâ olduğu yazılıdır ayette…
Hani matem üç gündü?.. Ayette anlatılan Nebi yıllar yılı matem tutmuş.
Aslında mesele matemin süresinde değil içeriğinde. Eğer siz “Allah’ım neden filanca yakınım öldü? Niye onu elimden aldın?” kabilinden rızasızlıklar gösterirseniz, yaşadığını acılar nedeniyle Allah’tan hesap sormaya kalkarsanız böylesi bir matem makbul olmaz. İster üç gün, isterse üç saat; fark etmez. Mateminizde Hakk’a rıza olmalı. Arifler sürekli yinelemişlerdir. “Seven sevdiğiyle mutlanır, onunla hüzünlenir.” Mateminiz vefanızın eseri olmalı. Hepsinden önemlisi mateminde olduğunuz kişinin ne uğruna, nasıl yaşadığını; bu yaşamın nasıl bir final bulduğunu fikretmeniz gerekir. Uğruna yaşanılan ve uğruna ölünen değerleri yâd ederek matem tutabilirsiniz. Yani matemde olan herkes bilir ki, ağlayıp sızlanarak kimse geri getirilmez, tarih değiştirilmez.
AEK:Peki Hz.Hasan’ı ve onun şehadetine giden süreci bize kısaca hatırlatabilir misiniz?
AT:Hz.Ali (kv) mevcut ve meşru Halife iken Şam
Valisi olan Muaviye devlete isyan etmişti. Sıffın’da yapılan savaş
herhangi bir tarafın üstünlüğüyle sonuçlanmayınca devlet güçleri
içerisinde yeni ayrılıkçı gruplar oluştu. Tarih öylesi kişileri
“Hariciler” olarak tanımlamakta. Bu Hariciler,
Hilafetinin 6.yılında Hz.Ali’yi şehit edince devlet güçleri
Hz.Hasan’a biat ettiler.
Muaviye derhal bir ordu topladı ve başkenti işgal etmek için
harekete geçti. Hz.Hasan ise bunu engellemek üzere ordu topladı.
İki ordu 2.Sıffın için karşı karşıya geldiler. Savaş esnasında
Hz.Hasan’a bağlı birçok komutan, askerleriyle birlikte isyancı
saflara geçti. Gerekçeleri ise Hz.Hasan’ın dünyalık menfaatler vaad
etmemesiydi. Oysa Muaviye birçok komutana valilikler önermiş, henüz
fethedilmemiş toprakların yıllık gelirlerinden bile paylar
dağıtmaya başlamıştı. İlke ve hakkaniyet ile menfaat ve vaad
arasında ikilem yaşayan birçok komutan, Hz.Hasan’ı terk etti.
Sonuçta Hz.Hasan’ın yanında on bin civarında hükümete sadık asker kalmışken, Muaviye’nin ordu mevcudu yüz binin üzerine çıktı. Devam edecek bir savaşı hükümet güçlerinin kazanamayacağı alenen ortadaydı.
Bugünkü tabirle “Meşru yönetim silah zoruyla”
devrilirken, Hz.Hasan şapkasını alıp gitmek yerine darbecileri bir
antlaşma metniyle hukukun içerisine çekti. Ve yazılı bir akitle
yöneticiliği geçici bir süre için darbeci Muaviye’ye devretti.
Antlaşmanın en kritik maddesine göre Muaviye ölürken yerine kimseyi
bırakmayacak ve yöneticilik asıl hak sahibi olan Ehl-i Beyt’e
devredilecekti. Bu esnada Hz.Hasan 36, Muaviye ise 70
yaşlarındaydı. Herkes birkaç sene içerisinde Muaviye’nin öleceğini
ve yeniden Hz.Hasan’ın başa geçeceğini düşünüyordu.
Sonraki süreçte Muaviye defaatle Hz.Hasan’ı zehirlemeye uğraştı. Ve
669 yılında bu emeline ulaştı. Âlemlere Rahmet olan Nebi’nin
“Oğlumdur” dediği Hz.Hasan, Muaviye tarafından
şehit edildi.
Muaviye bu şehadetten sonra 12 yıl daha yaşadı. Yerine kendisinden de pervasız olan bir oğul bıraktı. Hz.Hasan ile yazılı olarak akdettiği ve Allah’ın ismi üzere yeminlendiği tüm antlaşma maddelerini çiğnemiş oldu. Hz.Hüseyin’in mücadelesinin referans noktası da zaten bu durumdur. Emeviler, antlaşmayı ihlal edince Hz.Hüseyin buna tepki gösterdi. Yezid ise gasp ettikleri iktidarı sağlama almak istiyordu. Kerbela’daki katliamın da yaşanacağı kanlı bir süreci başlattı.
AEK: Malum. Muharrem ayları boyunca Hz.Hüseyin’in (ra) Şehit edilişi, Onun mücadelesi ve Kerbela Vakasında yaşananlar konuşulmakta. Oysa aynı hassasiyet Hz.Hasan ve Onun şehadeti için gösterilmemekte. Siz bunu neye bağlıyorsunuz?..
AT:Bu durumun belki bir düzine gerekçesi olabilir. Ama hepsinin temelinde yatan irfani bir durum olduğuna inanıyorum. Şöyle ki… Peygamber Efendimiz (asv) Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin için “Oğullarım” derdi hep. Onları torun olarak değil doğrudan oğul olarak ilan etmişti. Ve demişti ki; “Oğullarım inci ve mercandır.” Bu teşbih birçok yerde yenilenir. Öz itibariyle inci Hz.Hasan’a nispet edilmiştir. Mercan ise Hz.Hüseyin’e…
Malumdur. Mercanlar deniz yüzeyine daha yakın olurlar. Suya
dalan bir kişi ilk olarak mercan ile karşılaşır. Kızıl olan rengi
göz alıcıdır. Oysa inci daha da derinlerdedir. Üstelik sedefler
ardınca gizlidir. Vurgun yemeden suyun en derinlerine dalan ve
sedefler içerisinde bile olsa inciyi seçebilecek keskinlikte
gözleri olanlar, inciyi gün ışığına çıkarabilirler ancak.
Tarih de buna şahittir. Hz.Hüseyin mercan misal kan kızıl bir
şehadet ile en acımasız gönülleri bile titrete titrete Rabbine
yürümüştü. Ehl-i Beyt denizine dalanlar ilk olarak Hüseynî
mücadeleye dikkat kesilirler. Deyim yerindeyse “Muhammedî
Ailenin Şöhret Kapısı” Hz.Hüseyin’dedir.
Oysa incinin sedefler ardınca olması gibi Hz.Hasan’ın şehid
edilişi de enfüsidir. Zehirletilmiştir. Yani onun şehadetinin dış
tezahürü kan gibi vurucu değildir. İçseldir.
Toplumsal hayata bakıldığında Hz.Hüseyin “Islah için kıyam
etmişti” diyebiliriz. Hz.Hasan ise “Sulh”
ile yürümüştür. Fıtratımız gereği aksiyonu takip ettiğimiz
ve argümanların keskinliğine kendimizi kaptırdığımız için
Hz.Hüseyin, ağabeyi Hz.Hasan’a nazaran sürekli ön plandadır.
Şunu asla unutmamak gerekir. Allah bir başa iki göz vermiştir.
Tıpkı bunun gibi bir gözü ‘Islah’ta, diğeri ‘Sulh’ta olan
kişiler için Kuran-ı Kerim ‘Salihler’ demekte. Anahtar
kavramlar “Sulh” ve “Islah”…
Ve yine Kitaba göre yeryüzüne varis kılınanlar böylesi sulha ve
ıslaha bakan ‘Salih’ kişilerdir.
Toplumsal ve bireysel olarak sadece ‘Islah’ı ve aksiyonu talep
ettiğimiz şu günlerde asıl ihtiyacın ‘Sulh’ olduğu apaçık ortada.
Kim bilir, meselelerimizi ilkesel olarak konuşmaya belki de
Hz.Hasan vesilesiyle başlamamız gerekmekte…
AEK:Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin’in ilişkisini, ya da “Bir başta iki göz” tabirinizi nasıl okumak gerek?..
AT:Hz.Hüseyin’in insanlığa bıraktığı mirasta meşru bir şekilde hak arayışı ve adalet talebi vardır. Zulme rızasızlık vardır. Zalime boyun eğildiğinde kişinin hakkını yitirdiği gibi izzetini de yitireceği ikazı vardır. İşte bu ve bunun gibi noktaların tamamı “Islah hareketi”dir. Düzeltmeye yöneliktir.
Hz.Hasan’ın yaşadıkları da birçok noktada kardeşininkine benzer. Ama sonuç olarak onun mirasında iç barışın oluşmasına zemin hazırlamak vardır. Buna en genel haliyle ‘Sulh’ diyoruz. Barışın oluşması için gerekli tüm şartların kurulması…
Şöyle de düşünebiliriz. Bizler genelde tarihi savaşlar üzerinden okuruz. Osmanlı’yı konuşurken Mohaç, Niğbolu, Fetihler, Preveze, Çanakkale vs. gelir akla. Peygamber Efendimizi de Bedir, Uhud, Mekke’nin Fethi ile hatırlarız. Oysa aynı tarih barışlar, antlaşmalar üzerinden de okunmak zorunda.
Bu şekilde bakınca Peygamberimizin ilk antlaşmasının hemen
hicret akabinde olduğunu görürüz. Tarihçiler buna
“Hudeybiye Antlaşması” der. Medineli Müslümanlar,
Yahudiler ve yine Medine’li olan putperestler arasındadır.
Kimliklerin bir arada nasıl yaşayabileceğini vazeder. Bugünkü
tabirle “Vatandaşlık Hukuku”nu düzenler.
Peygamberin ikinci antlaşması Hudeybiye’dir. Burada Medine İslam
Site Devleti ile Mekkeli Müşriklerin komşuluk hukuku
düzenlenmiştir. Bugünkü bakışla Türkiye-AB ilişkileri, Batı-İslam
dünyası ilişkileri benzeridir.
Peygamberimiz kendi hayatı boyunca Müslümanların iç barışına
yönelik bir antlaşma yapmamıştır. Elimizde o günlerden kalan rol
model nitelikli bir vesika yok. Zira Peygamberimizin sağlık
günlerinde “Öteki Müslüman” diyebileceğimiz bir
topluluk yoktu. Haliyle iç barışa dair bir düzenleme
Peygamberimizin sağlık günlerinde yapılmadı.
Ve yine şunu biliriz. Resulullah her kim antlaşmadan dönmüşse
onunla hesaplaşmıştır. Medine Vesikasını veya Hudeybiye Barışını
her kim bozmuşsa Peygamber onlara tepkisini göstermiştir.
Buna göre Hz.Hasan için “Barıştıran Nebi’nin Oğlu”, Hz.Hüseyin
içinse “Barıştan Dönenlerle Hesaplaşan Nebi’nin Oğlu”
diyebiliriz.