Köşe yazarları hain saldırı için neler yazdı?
Abone olÇukurca'daki kanlı saldırıda şehit düşen 24 mehmetçik tüm Türkiye'yi yasa boğdu. Köşe yazarları da hain saldırıyı böyle analiz etti
Terör örgütü PKK'nın hain saldırısında 24 genç
hayatlarının baharında şehit oldu. Peki bu acı olay için köşe
yazarları ne dedi?
AHMET ALTAN NE DEDİ?
Bir kere olayın adını doğru ve dürüst koymamız gerekir.
“Dağlarda sıkışmadığını” kanıtlamak isteyen
PKK’nın dün sekiz ayrı noktadan gerçekleştirip 24 askeri öldürdüğü
saldırı bir “terör” eylemi değil. Ankara, Bitlis,
Batman, Siirt birer terör eylemiydi ama Çukurca baskınları terör
değil savaş. PKK’nın amacını, niyetini sorgulamadan önce bu büyük
facia nasıl oldu onu sorgulamak gerekir. PKK sekiz noktaya birden
hücum ediyor, büyük zayiat verdiriyor ve az bir kayıpla geri
çekiliyor. Bugün haberlerimizde göreceksiniz, bu saldırı için üç
gün boyunca katırlarla bölgeye ağır silahlar taşımışlar. Bu, nasıl
oluyor da onca Heron’a, insansız hava araçlarına, uydulara,
bilmemnelere rağmen fark edilemiyor? Böyle büyük bir saldırının
ciddi bir planlama aşamasından geçmiş olması lazım, nasıl oluyor da
istihbarat bunu haber alamıyor? Ciddi bir askerî zaaf olduğu çok
açık ve çok kesin. PKK’yı lanetlemek, kızmak, öfkelenmek çok kolay
ama bunun nedenlerinin de araştırılması, o 24 çocuğun ölüme nasıl
teslim edildiğinin ortaya çıkarılması gerekir.
Çok büyük bir kayıp bu. Ve, savaşın bundan sonraki gidişatını da
derinden etkileyecek. Bundan sonra büyük bir askerî başarı
sağlayamasa bile PKK bu saldırıyla amacına ulaşmış görülüyor. Savaş
şiddetlenecek. PKK da bunu istiyor çoktandır. Buradaki PKK’yla
ilgili soru çok basit, neden bunu istiyor? Herhalde Kürt halkını da
savaşa dâhil edebilmek, bir iç savaş çıkartabilmek için. Peki,
niye? Demokrasi için mi, Kürt halkının hakları için mi? Doğrusu ya,
Kürt Arap demeden kendi halkını katleden, Kürtlerin vatandaşlığını
bile zor bela tanıyan Suriye’nin diktatörüyle böyle ballı börekli
olup, diktatöre karşı çıktı diye Suriyeli Kürt liderleri bile
suçlayan bir örgütün, demokrasi ve Kürt hakları konusunda çok
“hassas” olduğuna inanmak kolay değil. Suriye’de
hiç demokrasi ve Kürt sorunu yok ama Türkiye’de “iç
savaş” çıkarılmasını gerektirecek kadar büyük bir
demokrasi ve Kürt sorunu var, öyle mi? Bunu söyleyenin samimiyetine
ben inanmam, isteyen inansın. Özerklik, anadilde eğitim, Apo’nun
serbest kalması konularının da masada olduğu bir müzakere
aşamasında “hükümet yeterince içten davranmadı”
deyip iç savaş arayacaksın ama Kürtlere vatandaşlığını bile
vermeyen, Kürt liderleri katleden Suriye’nin diktatörüyle hiç
sorunun olmayacak. Bu çelişkiyi açıklayabilecek kimse var mı? Bence
PKK “silahlı güçleriyle yönetebileceği” ve
iktidarı da demokrasiyle değil silahla alabileceği bir toprak
parçası istiyor. Bunu kendi gücüyle alamayacağını biliyor, savaşı
şiddetlendirip Kürt halkını da savaşa dâhil ederek bunu elde
edebileceğini umuyor. Böyle bir şeyin olup olmayacağına karar
verecek olan Kürt halkıdır, PKK’nın yöneteceği bağımsız bir
toprakta yaşamak isteyip istemediğine ancak Kürt halkı karar
verir.
Karşılaştığımız bu tabloyu PKK’yla çözmek çok mümkün gözükmüyor,
doğrudan Kürt halkına gitmek lazım. Bence, terör yasasını süratle
değiştirip, “ayrılıkçı partiyi” de serbest
bırakmak gerekiyor, Kürtler “bağımsızlık”
konusundaki fikirlerini özgürce söyleyemedikleri sürece bu
“belirsizlik” sürer ve PKK bundan yararlanır.
Serbest bırakın “ayrılıkçı” fikirleri ve
örgütlenmeyi. Kürtler ayrılmak istiyorsa zaten onları silahla
tutacak bir güç yeryüzünde yok, eğer ayrılmak istemiyorlarsa da
onlar adına savaştığını söyleyen PKK’nın elindeki bütün bahaneler
biter, gerçeği hep birlikte görürüz. Dünyada silahlı mücadelenin,
yerini siyasi mücadeleye bıraktığı bir çağda çocuklarımız ölüp
duruyor, yirmi dört genci daha toprağa vereceğiz. Bu çocuklar bu
“belirsizliğin” ve bu belirsizlikten
yararlananların kurbanı oluyor. Türkiye’yi ve Kürtleri
özgürleştirin, bu ülkenin insanlarının her türlü isteklerini
söylemesini serbest bırakın. Çocukları kurtarırsınız. Savaşı
bitirecek olan silah değildir emin olun, savaşı bitirecek olan
özgürlüktür.
NAZLI ILICAK NE DEDİ?
Şehitlerimizi gözyaşlarıyla uğurluyoruz...
Türkiye, aynı acıları defalarca yaşadı. Şehit cenazelerini
kaldırırken oluk gibi aktı gözyaşları. Acılı analar, yetim kalan
çocuklar, al bayrağa sarılı tabutları kucakladılar. Evlâdın, eşin
ya da babanın ardından nemli gözlerle bakıldığına kim bilir kaç
defa şahit olduk. Ateş, sadece düştüğü yeri değil, hepimizi yaktı;
yakmaya devam ediyor. 1990'lı yılların başında terör iyice
azıtmıştı. Yılda 500'ü aşkın şehit verdiğimiz oldu. 1999'da
Öcalan'ın yakalanmasıyla birlikte eylemler sıfır noktasına kadar
indi. Sonra, 2002'den itibaren, olayların yeniden tırmandığına
şahit olduk. Gene verdiğimiz şehit sayısı yılda 100 canı aştı. İşin
kolayına kaçmak istersek, bunu siyasi malzeme konusu yapabiliriz ve
deriz ki: "AK Parti iktidara geldi, terör arttı."
Hatta açılım politikalarını suçlayıp, Kürt vatandaşlarımıza verilen
hakları "taviz" gibi gösterebiliriz. Türk Silâhlı
Kuvvetleri'nin yetersizliğinden söz etmek de bir başka yöntem
sayılabilir. Belki bütün bu iddialar doğrudur. Hem açılım
politikaları "terörle bu hakları elde ediyoruz"
duygusunu PKK'da yaratmış olabilir; hem de Işık Koşaner'in ses
kaydına takılan cümlelerinde dehşetle gördüğümüz gibi, dünyanın en
büyük ordularından biri olarak değerlendirdiğimiz Silâhlı
Kuvvetlerimiz, büyük zaaflarla malûldür. Ama zaman soğukkanlı
davranma zamanı... Birlikte kafa kafaya verip, düşünme
zamanı...
Çözüm üretme zamanı... İktidardan sonra en büyük sorumluluk Barış
ve Demokrasi Partisi'ne düşüyor. Ayrıca hepimiz dikkatli olmalıyız.
Her şeye rağmen barış dilini kullanmalıyız. Bu kadar kan ve
gözyaşına rağmen... Evet barış dilini kullanmalıyız. Çünkü, barışın
alternatifi savaş, yeni şehitler ve yeni acılar demek. Teröristler
nasıl ellerini kollarını sallaya sallaya ağır silâhlarla sınırı
aşabildi? Bununla beraber, PKK'nın içeride de elemanları var. Şehir
merkezlerine uzanıyorlar; polisleri hedef alıyorlar. Her şey sınırı
korumakla da bitmiyor.
DİĞER KÖŞE YAZARLARI VE YORUMLARI İÇİN BİR SONRAKİ SAYFAYA
GEÇİNİZ...
[PAGE]
MEHMET BARLAS NE DEDİ?
Başlanan noktaya yeniden dönmenin büyük ağırlığı... Hakkâri'nin
Çukurca'sından gelen 26 şehit haberi üzerinde ne yazarsak yazalım,
kelimeler yetersiz kalacaktır. "Kürt Sorunu"nun
çözümünde şiddeti siyasete tercih etmenin akıl dışılığını yazmanın
da şu anda bir anlamı yok. Bu terör eylemleri yüzünden çözüm
arayışları çoğunluğun gözünde bıktırıcı ve kanlı bir süreç anlamına
gelmeye başladı. "Anlayışlı olalım" veya
"Diyalogu kesmeyelim" içerikli çağrıların da şu
anda fazla etkili olamayacakları ortadadır. Genel kural
"Devlet öfkelenmez" şeklinde olsa da, hem devlet
hem de halk olarak hepimiz öfkeliyiz. "Yeni bir anayasa
yapalım ve bu anayasada tüm yurttaşların temel hak ve özgürlükleri
güvenceye alınsın" diyerek hepimiz, gözümüzü daha özgür
bir Türkiye hayaline dikmişken, bu hayali mayınlarla, bombalarla,
kurşunlarla silmeye çalışanlar acaba neyi amaçlıyor? Geçmişe dönüş
Ve sonunda her şey başlangıçtaki noktaya dönüveriyor.
Geçmiş on yıllarda da PKK terör eylemlerinin ertesinde hep bu tür
haberleri okumadık mı? Devlet ve siyaset adına seslendirilen
tepkiler de "Açılım süreci" öncesine dönüşü ifade
ediyor. Sadece Cumhurbaşkanı Gül'ün açıklamasını hatırlamak
yeterlidir bu gerçeği görmek için. İşte Gül'ün yaptığı açıklama:
"- Bu saldırıların intikamı çok büyük olacaktır ve misliyle
alınacaktır. Silahla bir yere varılmayacağını eninde sonunda
göreceklerdir. Bunlara yataklık edenler de derslerini çıkartmalı ve
neticelerine katlanmaları gerekir. Türkiye azimli, kararlı bir
şekilde bu terörle sonuna kadar mücadele edecektir. Bu terör
karşısında hiçbir şekilde sarsılmayacaktır. Bir kez da bütün
şehitlerimize Allah'tan rahmet diliyorum."
GÜNERİ CIVAOĞLU NE DEDİ?
Kimin olursa olsun... Aileleri ve çocukları hedef
alan siyaset yapılmasına kesinlikle karşıyım. O nedenle aşağıdaki
satırları “hani mesela” kaydıyla okuyun. Türkiye
gizli servislerinin PKK’nın başı konumundaki Murat Karayılan’ın
oğlunu -eğer varsa ve o da Kandil’deyse- veya yeğenini
“ajan” yapabildiğini varsayalım... Tüm eylemleri,
PKK’ya gelen istihbaratı, PKK’nın para ve silah kaynaklarını
Ankara’ya bildiriyor. Bu “çok özel ajanlığını”
yıllarca sürdürüyor. Yakalanmıyor. İstihbarat budur işte...
“Olacak şey mi bunlar” diye soruyor olabilirsiniz?
Olmuştur. Örneği var. Şöyle ki: Hamas lideri Şeyh Hasan Yusuf’un
oğlu Musab Hasan Yusuf gençlik yıllarında tutuklandı. İsrail
hapishanelerinde yattı. Bu süreçte İsrail’in casusu olmayı kabul
etti. Genç adam cezasını tamamladıktan sonra babasının yanına
döndü. Küçüklüğünden başlayarak Hamas’ın iç yüzünü bilen Musab,
çevrede büyük saygı görüyordu. Babasının veliahdı olarak onun
politik gücünü ve örgüt içindeki statüsünü devralmak üzere yıllarca
eğitilmiş ve hazırlanmıştı. Babasının çoğu toplantılarına katılıyor
ve her şeyi İsrail gizli servisine bildiriyordu. Bu arada gizlice
Hıristiyan da olmuştu. Sonunda kaçtı. Şimdi ABD’nin Los Angeles
kentinde yaşıyor.
Yazının başına dönelim. Murat Karayılan ismini “istihbarat
nasıl olmalı” sorusuna gösterdiğim MOSSAD örneği için daha
etkileyici bularak yazdım. Yoksa oğlu ya da yeğeni var mı, onu bile
bilmem. Başka bir üst düzey PKK yöneticisinin yakını da böyle bir
kancanın kapsamı alanına girebilir. Önemli olan bu güçte
istihbarattır. Görüyoruz ki “İHA’lar (İnsansız Hava Araçları)”
yeterince yararlı olamıyor. Yoksa... Çukurca’da 8 hedefe birden
aynı anda saldırı yapabilecek kadar çok sayıda -yüzlerce, belki
500- PKK’lı nasıl fark edilmez? Onların beraberlerinde getirdikleri
ağır silahlar hiç görülmez olur mu? Bu kadar kapsamlı PKK
hareketlenmesinden hiç mi bilgi sızdırılamaz? Demek ki sadece
teknoloji yetmiyor. İstihbaratın “insan
malzemesine” ağırlık vermek gerekiyor. Yeni MİT Müsteşarı
bu eksiği görmüş olmalı ki “insan ağırlıklı istihbarat” çalışmasına
işaret etti.
HEDEF AK PARTİ HÜKÜMETİ
Şu söylemin altını çizin: “Öyle kötü şeyler yaşanır ki 6 ay
içinde AK Parti hükümeti iktidardan çekilmek zorunda
bırakılır.” Bu satırları TARAF’ta Emre Uslu’nun köşesinden
aldım. O da bunları KCK’nın tepelerinde yer alan deneyimli bir
siyasetçiden dinlediğini yazmıştı. PKK’nın ardı ardına
“gözlere kan oturmuş eylemleri” sürerken Uslu’nun
aktardığı “kara kehaneti” düşünüyorum.
Ankara/Kızılay’ın en işlek caddesinde bombaların patlatılması gibi
Çukurca’nın aynı anda 8 noktasına birden PKK baskını “kara
kehanet” dizisi gibi... PKK’nın stratejisi açıkça ortada.
Güneydoğu’da oy potansiyeli olarak daha güçlü ve Türkiye’de siyasi
istikrarın çıpası olan AK Parti’yi silkelemek. Teröre karşı acz
içinde göstermek. İktidarı sarsa sarsa düşürmek. Türkiye’yi derme
çatma hükümetler yönetimine ve ekonomik zorluğa itmek...
BİTİREMEZ YIPRATIR STRATEJİ
Uzmanlarına göre “terör örgütlerini yönetenler
başkaldırdıkları devleti mağlup edemeyeceklerinin bilincindedir.
Ancak... Taciz ederek, kolektif güvenlik psikolojisinde delikler
açarak taleplerine kısmen de olsa erişmeyi hedef alırlar.”
PKK’nın da yaptığı budur. Fakat... Fikri altyapıdan yoksun olarak
yüzergezer serseri mayınlar gibi vurduklarını sanmak da yanlışa
düşmektir. PKK terör örgütlerinin üç perdelik senaryosunu oynuyor.
Şimdi son perdeyi açtı; “Devletleşmenin temelleri
atılmakta. Halktan vergi toplayarak, mahkemeler kurup adalet
dağıtmaya çalışarak, hatta kendi öz savunma güçlerini aşama aşama
gerçekleştirme planları uygulanarak altyapı
hazırlanmakta...” PKK’nın şiddeti tırmandırışı bu üçüncü
aşamanın önünü açmak işlevine de odaklı.
PİLOT BÖLGE HAKKÂRİ
Üçüncü perdeye sıçrayan kanlar için Hakkâri ve yöresi
“pilot bölge...” PKK bu coğrafyada yaygın ve
derin... Güvenlik akademisyeni olan Emre Uslu’nun satırlarına göre
Hakkârililer (ve elbette o coğrafyanın içinde olan Çukurca ve
Yüksekova’dan) insanlar kırsaldaki “ikna
kamplarına” götürülüyor. Orada PKK doğrultusunda eğitim
veriliyor. Farklı düşünenler hizaya sokuluyor. “İkna
seansları” yeterli olmazsa, baskı, tehdit, şiddet...
PKK’nın aynı anda 8 saldırı için Çukurca’yı seçmiş olması bu
nedenle olmalı. Kendini en güçlü hissettiği yerde vurmuştur. Keklik
Tepe’ye saldırırken oraya yardım edebilecek TSK’nın güç odaklarını
ve üslerini de ateş altına alması her coğrafyada mümkün olamazdı.
Hele bir Tugay’a saldırması “o coğrafyada benim borum
öter” diklenmesi değil mi? PKK, sadece Türkiye insanındaki
kolektif güven psikolojisini delik deşik etmeye kalkışmış olmuyor
dayandığı tabana da “gövde gösterisi” yapıyor.
Zamanlama için “tam da Anayasa hazırlık komisyonu
toplandığı gün” ya da “Cumhurbaşkanı Gül’ün yöreye
ziyareti ertesinde” gibi yorumlar yanlış değil. Fakat...
Havada kalıyor. Bu aynı anda 8 saldırı dramı başka bir gün
yaşansaydı durum daha az mı “vahim” olacaktı?
Bunlar “havanda laf dövmektir.” Türkiye insanı
“çözüm” istiyor ve bekliyor.
PKK’yla çatışmalarda şehit düşenlere rahmet, ailelerine ve
yakınlarına başsağlığı, yaralılara şifa diliyorum. Bir gün önce
şehit düşen polislerimiz ve yaşamını yitiren 4 sivil yurttaşımız
için de dua ediyorum.
CAN DÜNDAR NE DEDİ?
Böyle günde kalem oynatmak zor...“Söz bitti”
denilen yerde sözü savunmak... Defalarca tekrarlanmış cümleleri,
suya yazar gibi yazmak... Yangın ortasında, çığlıklar arasında ses
duyurmaya çalışmak... O sesi, ülkenin en ücra köşesinde, ayaz
vurmuş bir gece nöbetinde kalleşçe kurşunlanmış gençlerin
işitemeyeceğini, acılı ailelerinin, öfkeli kitlelerin belki
dinlemek bile istemeyeceğini bile bile inatla tekrarlamak...
“Bunca yıl hep öldürmeyi konuştuk; ne olur artık ölmemeyi
konuşalım” diye haykırmak... Gün boyu askere taktik veren
bilirkişiler dinledik. Oysa bölgedeki asıl gerçeği, daha 2 ay önce,
bizzat Genelkurmay Başkanı’nın ağzından öğrenmiştik. Ne diyordu?
“Sınır karakollarımız hatalı yapılmış.” “Emir komuta
birliğini sağlayamıyoruz.” “Eğitim ve tatbikatımız zayıf.
Elimizdeki teknik imkânları kullanamıyoruz.” “Çatışmada tim
komutanlarımız silahı bırakıp kaçıyor.” “Halimiz tam
kepazelik.” Bu haldeki bir orduya, 25 kez denediği kara
harekâtını tekrarlamasını tavsiye etmek ve hâlâ askeri çözümde
ısrar etmek, akılcılık mı? “Kıymayın
çocuklarımıza” demekten başka çaremiz var mı? Bu askeri
zaafın üzerine bir de diplomaside Suriye ile gerginlik bindi.
Belaltı vuruşlarla intikam almasıyla tanınan Şam’a “Senin
orada olanlar bizim iç işimiz sayılır” dendi. Şam da kendi
dilinden, “O zaman sizin oralardakiler de benim iç
işim” cevabını verdi. Diplomaside karşılıklılık ilkesi
geçerli değil mi? Siyasete gelince... Hem Başbakan hem ana
muhalefet lideri, bu kadar acılı bir günde, bu hassas konuyu,
siyasi polemik malzemesi yaparak hata ettiler. Erdoğan’ın basın
açıklaması içeriksizdi. Kılıçdaroğlu’nun karşı çıkışı gereksizdi.
Böyle günlerde bir dayanışma olgunluğu bekliyor insan... Hiç
olmazsa acılarda bir ortaklık oluşmasını, liderlerin bir ortak
paydada buluşmasını umuyor. Bu olmayıp, tersine kısır bir tartışma
doğunca sadece tartışanlar değil, topyekün siyaset kurumu
kaybediyor. Oysa o kadar belli ki: Şu sancılı ortamda, elini
karşıya uzatan kazanacak.
Dünün yegâne olumlu gelişmesi, herkesin program iptal ettiği
sırada, Meclis Başkanı’nın çıkıp “Acımız ne kadar büyük olursa
olsun, bağrımıza taş basacağız, yeni anayasa için adım atacağız”
demesiydi. Bu önemli; çünkü bugüne kadar “Güçlüyüz,
ezeceğiz” söylemi 5 cumhurbaşkanı, 10 başbakan eskitti.
Dağda hâlâ 5 bin silahlı adam var ve örgütün eylem kapasitesi
giderek artıyor. Çözümü dağda değil, Ankara’da aramak gerektiği
ortada... Ankara da ilk kez doğrudan temasla silah bıraktırmanın
siyasi yolunu arıyor. Teröre zemin hazırlayan toplumsal
adaletsizlik hissini, yeni bir yurttaşlık tanımıyla gidermeyi
planlıyor. Ortak iradeyle hazırlanacak bir anayasa ile bir barış
iklimi yaratmayı umuyor. Terör, belki de bu kez bu umuda
saldırıyor. Bu acılar bitsin istiyorsak, bir yandan dağdaki
gediklerimizi kapatmalı, öte yandan da yıllar yılı askeri çözüme
verdiğimiz şansı, bu barış çabasına da vermeliyiz. Hepimizin başı
sağolsun.
FEHMİ KORU, MEHEMT ALTAN NE DEDİ? BİR SONRAKİ SAYFAYA
GEÇİNİZ...
[PAGE]
FEHMİ KORU NE DEDİ?
Gözünü kan bürümüş, eli kolayca tetiğe giden militanlara sahip
örgütler, ne zaman isterlerse, hedef aldıkları ülkeyi sarsacak
eylemler yapabilir. Bu tespitin en kanlı canlı örneği, varlığını
sürdürdüğü otuz yıl içerisinde bir çok katliama imza atmış PKK
örgütüdür. Dün de Çukurca’da çok sayıda can aldı PKK... Kimsenin bu
yüzden olana şaşırmaması gerekir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül
saldırının yapıldığı bölgedeydi birkaç gün önce; Başbakan Tayyip
Erdoğan teröre karşı en sert mesajlarını son iki hafta içerisinde
vermekteydi. Uzak ve yakın komşularıyla sürekli temas halindeydi
hükümet; sürmekte olan hava operasyonlarını kara harekâtının takip
edeceği izlenimi alınmaktaydı. Bölgeye yeni birlikler sevk edildi;
‘özel harekât timleri’ âcil eğitime alındı.
Buradan çıkan sonuç şu: PKK’nın ülkeyi sarsacak saldırılar
hazırlığında olduğu bilmesi gerekenlerce biliniyordu. Daha önce
benzer tehditlere maruz kalmış ve çözümü siyasetin dilini devreye
sokmakta bulmuş ülkelerde de, terör örgütleri, son savlet olarak,
güçlerini hatırlatmak amacıyla ‘kamikaze-türü’
bireysel veya toplu eylemler sahneye koydular. Dünkü eylemleriyle,
PKK da, güç gösterdi. 200 kadar militan çok sayıda hedefe saldırdı;
bir günde en fazla zayiatı verdirdi. Yoksa PKK’nın derdi çözüme
ulaşılması değil mi? Siyasi çözüm arayışlarında devlete karşı elini
güçlendirmek amacıyla terör eylemlerine başvurduğu bir yanılsama
mı? Bölücü ve ayrılıkçı tavrından hiç mi vazgeçmedi? İstediği,
devleti de yeniden sertliğe başvurmaya yönlendirip Türkiye’yi
1990’ların siyasi şartlarına mahkum etmek mi? Hiç kuşkusuz yerinde
sorular bunlar...
Öyle veya böyle, bugün dünyanın değişik bölgelerinde hâlâ teröre
başvuran siyasi dava sahibi olduğu iddiasında örgüt kalmadı. PKK bu
alanda neredeyse tek. Acaba PKK’nın niyeti ne? ETA ve İRA gibi
uğruna eylem yaptığı insanların daha geniş haklara sahip olması
karşılığı silâh bırakmayı mı düşünüyor, yoksa ülkenin bir
bölgesinde ayrı devlet kurma projesinden vazgeçmek niyetinde
olmadığını gizli müzakerelerde belli edince kanlı bir hesaplaşmayla
yokoluşa sürüklenen Tamil Kaplanları gibi hep ayakta kalacağı
düşünü mü görüyor? Galiba bu konuda kafası karışık PKK’nın veya içi
karışık... Ya da, ne bileyim, artık adlarına teröre başvurduklarını
varsaydığımız halk kitlelerini değil de, zaman içerisinde yolunun
kesiştiği bazı yabancı istihbarat birimlerini dinliyor PKK
liderleri... Türkiye’nin içini karıştırmak, önünü kesmek ve herkese
fatura ödetmek de olabilir niyetleri... Olandan derin üzüntü
duyuyorsunuz, biliyorum; benim de içim acıyor. Ancak sağduyu böyle
zamanlar için lâzım...
MEHMET ALTAN NE DEDİ?
Medyamız, görebildiğim kadarıyla, Hakkâri’nin Çukurca ilçesi
merkezindeki güvenlik birimleriyle sınırdaki askeri birliğe PKK’nın
ağır silahlarla eş zamanlı saldırı düzenlemesi ve 26 askerin şehit
olup, 22 askerin de yaralanmasından ziyade bunun
‘zamanlaması’ ile ilgili... Bunun için de sorgu ve
suallerde saldırının ‘neden ve niçin’ yapıldığı
öne çıkıyor, yaptığı tahribat o sorgu ve sualin gölgesinde
kalıyor... Sabahtan akşama aynı minvaldeki sorular adeta ring yapıp
duruyor: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ‘Başkomutan’ olarak bölgeye
gitti ve sınır birliklerini bizzat denetledi. Acaba saldırı buna
bir cevap mı? PKK’lıların Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla Habur’dan
giriş yapıp teslim oldukları günün ikinci yıldönümüydü, saldırı bu
nedenle gerçekleşmiş olabilir mi? Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu,
hafta sonu kritik bir görüşme yaptı ve ilk kez Suriyeli
muhaliflerle resmi temasta bulundu, acaba bununla bağlantısı var
mı? Baskına ‘neden’ arama soruları uzayıp
gidiyor...
Hâlbuki sorulması gereken soru, baskının neden ve niçin olduğu
değil... Sorulması gereken soru, sınırdaki bir tugayın ve güvenlik
birimlerinin ağır silahlarla nasıl bu kadar rahat saldırıya
uğraması... Bu kadar büyük bir can kaybı vermesi... Gerçek sorular
sorulmayınca, neredeyse otuz yıldır izlemekten yorulduğumuz
‘kes, yapıştır’ nutuk ve demeçler tedavüle
sürülüyor ve kamuoyu oluşturmaya yönelik hiçbir işe yaramayan
kanıksadığımız haberler uçuruluyor: ‘Bölgede büyük bir
operasyon başlatıldı’... ‘Sınır ötesi
harekât’... ‘Uçaklarımız bombalıyor’...
Baskını yiyip, askerlerimizi göz göre göre öldürttükten sonra sınır
ötesi harekâtın, kamp bombalamanın, geniş operasyonu başlatmanın
hiçbir kıymeti harbiyesi yok ki... Esas yapılması gereken, tugaya
kimsenin saldırmayı göze alamayacağı bir zindelik ve caydırıcılık
refleksi kazandırmak... Otuz yılda buna sahip olamadığımız için
şablon nutuk ve hamasi askeri haberlerle bir sonraki baskın ve
ölümleri bekliyor, adeta artarak büyüyen can kaybını
sıradanlaştırıyoruz...
Çukurca 21’inci Sınır Jandarma Tugay Komutanlığı, baskın vermeyi
aklından geçirenin dudağının uçuklayacağı bir güç ve dermanda olsa
bunları mı konuşuruz? Hâlbuki bizde baskın verildiği gibi,
saatlerce süren çatışmalar yaşanıyor ve görülmedik ölçülerde
askerimiz ölüp, yaralanıyor... Üstelik eski terminolojide de ısrar
etmeye devam ediyoruz... Olup biteni ‘terör’
olarak görme eğilimimiz devam ediyor... Siz hiç askeri tugaya
baskın veren, saatlerce çatışan, mangalarca asker öldüren
‘terör’ gördünüz mü? Güneydoğudaki ‘düşük
yoğunluklu savaşı’ hala ‘terör’ olarak
tercüme edince de ardındaki sosyal dinamiği ve olayın gerçek
boyutlarını da bilerek ıskalıyorsunuz, sorun bu nedenle de bir
türlü çözülemiyor... Dün sabah erkenden kalktım... Bütün gazeteleri
okudum... Yazımı 2012 bütçesini yazmak üzere kurguladım... Ne ki
sabahın erken saatlerindeki gelen ilk telefonla alt üst oldum...
‘Keşke gerçek bir ordumuz olsa da çocuklarımızı kimse
öldüremese’ diye düşündüm... Bu büyük kemikleşmiş zafiyeti
konuşmadıkça sorunun ‘güvenlik’ boyutunu da
çözemeyeceğiz... Sosyal ve siyasal yanını ise zaten çözemiyoruz...
Çözsek bugüne kadar 29 kalkışma olur muydu? Sonuncusu neredeyse
otuz yıldır sürdüğü gibi, sınır tugayı da hala kendini
koruyamıyor... Ve çocuklarımızı yitirdiğimiz her baskının ardından
hep aynı hamasi şarkıyı dinleye dinleye gençleri kaybetmeye devam
ediyoruz...