Kalemini mermi gibi kullanan yazar
Abone olAksiyon'un Hürriyet'ten Mehmet Y. Ylmaz ile yaptığı röportaj ilginizi çekecek
Aksiyon'dan Cemal A. Kalyoncu, Hürriyet yazarı Mehmet Yakup
Yılmaz ile ilginç bir röportaj yaptı. İşte Yılmaz'ın birbirinden
ilginç açıklamaları:
Hürriyet Gazetesi’nin 23 Eylül 2006 Cumartesi günkü haberinden bir
cümle: “Öğle ezanının okunmasının ardından koridora serilen
hasırların üzerinde önce öğle namazı, ardından da cuma namazı
kılınıyor.” İşte tam da bu konuydu, 1975 sonunda gazeteciliğe
başlayan, 1985’te yöneticilik görevleri üstlenerek, erotik içerikli
yayınlar dâhil 30 kadar dergi, ayrıca Spor, Fanatik, Radikal, Posta
ve Hürriyet Pazar gibi gazeteleri çıkaran ve şu anda Doğan Dergi
Grubu’nun CEO’su olan Mehmet Yakup Yılmaz’a anlatmak istediğim.
Haber, Trabzon Fatih Devlet Hastanesi’nde kılınan cuma namazı ile
ilgiliydi. Söylemeye gerek yok cümledeki ifşaatı. Anlayanlar için
‘Bu yıl da oruç ramazana denk geldi’ türünde bir haberdi bu da.
Mehmet Yakup Yılmaz’ın, bize verdiği saatte başka bir randevuya
yeni başlıyor olmasının üzerinde durmayacağım.
Hakikaten ihtiyaç hissedildiği halde bazı yerlerde mescit
açılmasının karşısında olmasından tutun da yine bazı dinî konularda
yanlış anlamalara meydan verecek yazılar yazmasını da konuştuğumuz
Yılmaz, Hayrettin Karaman Hoca’nın bir yazısından alıntı yaparak
şarap içmeye cevaz vermişti mesela. Ancak, bilenlere göre o yazıdan
caizdir sonucu çıkmıyordu.
Medyanın, girişteki haber gibi 28 Şubat esintisi içeren yayınlar
yapması konusundaki sorularımızı ‘Boş laf bunlar’ diyerek
geçiştiren Yılmaz, medyaya olan güvensizliği de anlamış değil.
Medyaya güvensizlik varsa, okurun neden hâlâ gazete almaya devam
ettiğini anlayamadığını söyleyerek, vatandaşın, en çok güvenilen
cumhurbaşkanı ile askerlere hiçbir sorun götürmemesine de mana
veremiyor. 2001 krizinde Milliyet Yayın Yönetmeni olarak bazı
yazarların işine son verirken şık olmayan bir yol izlemesini de
konuştuğumuz Yılmaz’ın anlattıkları ile Şahin Alpay’dan
dinlediklerim birbiriyle örtüşmüyordu ayrıca.
Türkiye’yi gerdiği düşünülen cumhurbaşkanlığı seçimini ise çok
basite indirgeyen, Manastır göçmeni bir aileden gelen Mehmet Yakup
Yılmaz, Yargı’nın başındaki iki kadın hukukçu Tülay Tuğcu ile
Tansel Çölaşan’ın gelin-görümce olduklarını da bizden duydu!
Medyada ‘sırları ile Sabah’a gideceği’ yorumları yapılmasına ve
Sabah’ta başlayacağı duyurulmasına rağmen Turgay Ciner’le
aralarında hiç anlaşma olmadığını söyleyen Yılmaz, ketum birisi
olduğunu, bir şeyler bilse de söylemeyeceğini ifade etti
söyleşimizin sonunda. Fakat Hürriyet binasında karşılaştığım bir
dostumun, “Sabah konusunda Aydın Doğan’a blöf yaptı” şeklinde
ifadeleri, bu konunun orada bile, Yılmaz’ın söylediklerinden farklı
şekilde konuşulduğunun bir göstergesiydi aslında.
FB’NİN MAÇI VARKEN PATRON DA ÇAĞIRSA GİTMEM
-Dinî mevzularda da yazılar yazıyorsunuz. Dikkatimi
çekiyor. Sizin dini öğrenme konusunda bir girişiminiz oldu
mu?
Şöyle oldu. Öğrenciliğimiz döneminde ortaokulda ve lisede din
dersleri seçmeliydi. Ben din dersini seçmiştim. İlk bilgileri
oradan aldım. Dindar birisi değilim belki dinin bütün gereklerini
yerine getirmiyorum; ama birçok kişiden daha fazla şey okuduğuma da
eminim bu konuda.
-Bir yazınızda Ümraniye’deki Carrefour’da mescit açılması
talebini eleştiriyordunuz. Gittiniz mi oraya hiç?
Yok gitmedim.
-Siz orada mescit açılmasın dediniz ama.
Hayır, açılmasın demiyorum. Ben bazı şeylerin gösteriş için
yapılmasına karşıyım. Şimdi Carrefour’da çalışan insanlar var.
Carrefour uzun saatler açık. Evet orada belki mescit olabilir ama
Çırağan Sarayı’nda defile yapıyorsan ve oradaki odalardan birini
mescit diye ayırıyorsan, sonra da ortalık yerde kılınıyorsa namaz,
bu, gösterişten başka bir şey değildir. İnsanların hayatlarında
öncelikleri vardır. Eğer namazı zamanında kılmak senin birinci
önceliğin ise, o saatte defile de varsa defileyi yapana telefon
eder, gitmezsin. Mesela ben öyle yaparım. Fenerbahçe’nin maçı
varsa, beni gazetenin patronu da davet etse, sekreterine telefon
eder, derim ki ‘Ben o saatte gelemem.’
-Carrefour’da mescit bir ihtiyaç ama…
Belki o yazı eksik yazılmış olabilir. Ama orada bir gösteriş, bir
dayatma hedefleniyorsa ona karşıyım. O amaçla yapılan camiye de
karşıyım.
-Bir yazınızda da şarap içmeye cevaz verdiniz, Hayrettin Karaman’ın
Yeni Şafak’taki yazısından (15.9.2006) alıntı yaparak.
Öyle yazdı, ben yazmadım ki.
-Ama o yazıdan öyle anlaşılmıyor. Orada sizin kaçırdığınız nokta
şu. İnsan haram olan hayvanın etini de yiyebilir ama zorda
kaldığında ve ölmeyecek kadar. Şarap da içebilir ama ölmeyecek
kadar.
Yo, orada ölmeyecek kadar demiyor. Orada iyileştirici özelliği
varsa içilir diyor.
-Ama devamı da var o yazının. Sözü şuraya getireyim. Mesela
Hürriyet, Türkiye’de önemli gazetelerden biri. Bu gibi hassas
konularda daha dikkatli kalem oynatmak gerekmiyor
mu?
Ben dikkatli kalem oynattığımı düşünüyorum. O Yeni Şafak’taki
yazıyı okursan miden bulanır. Çünkü bu devirde bile temiz su ile
pis suyun tarifini yapmış. Oradan yola çıkarak kadınların beyaz
akıntılarının dahi temiz ve içilebilir olduğunu iddia eden bir
yazı. (Yazıyı okudum fakat Mehmet Yakup Yılmaz’ın dediği gibi bir
sonuç çıkmıyor ortaya. Belli ki yanlış anlaşılma olmuş. C.K.)
-Orada anahtar cümle ‘hayatta kalmak gibi bir ihtiyaç
halinde olmak.
Senin anahtar cümlen o. Ben de diyorum ki benim için kilit cümle
‘iyileştirici ve tedavi edici özelliği varsa’ cümlesi.
-Bunu da size bir doktorun, ‘başka çareniz yok’ diyerek
söylemesi lazım. Bir ayet var. ‘Namaza yaklaşmayın’ diyor. Ama
ayetin başında da ‘Sarhoşken’ kelimesi var. Şimdi dediğiniz gibi o
tarafını alsanız namaza yaklaşmayacağız. Bütününü alırsak başka bir
durum çıkıyor ortaya. Ona benzedi bu konu da. Neyse. 30’a yakın
dergi, 5 de gazete çıkardınız. Geriye dönüp baktığınızda
pişmanlıklarınız oldu mu?
Olmadı, hayır.
-Hiç mi?
Hayır.
-Ahmet Altan’la ilgili bir olay yaşadınız. Onun Almanya’da
bir konferansta söylemediği lafları söylemiş gibi o dönemde üzerine
gittiniz.
Ahmet Altan’la ilgili… Almanya bürosunun şefi ses kasetini
dinlediğini, haberin doğru olduğunu söyledi. Ben de muhabirimi ve
büronun şefini savundum. Sonra da bana söyledikleri şeylerin doğru
olmadığı ortaya çıkınca ikisinin de işine son verdim. Ben de kendi
imzamla gazetenin üstünden Ahmet Altan’dan özür dileyen bir yazı
yazdım. Çıkan bir yanlış haber yüzünden muhatabından özür dileyen
genel yayın müdürü hatırlıyor musun?
-Ahmet Altan’a soralım.
Kime istersen ona sor.
-Ahmet Altan’la aranızdaki buzlar eridi mi
peki?
Aramızda buz yok ki erisin.
EVET KOVDUM
-2001 krizinde bazı yazarların işine son verdiniz, uygun
olmayan şekillerde.
Bir gazeteyi yönetiyorsan ve bir ekonomik kriz çıktıysa yapacağınız
şeyler bellidir. Bunlardan biri kadroyu azaltmaktır. Kadroyu
azaltırken. Bir: Kimsenin tanımadığı, adlarını bilmediği, üç kuruş
maaşla zor geçinen insanları çıkartabilirsin. İki: Zamanında iyi
para kazanmış, bankada parası olan, üç-beş ay işsiz kalsa açlık
çekmeyecek, çocuğunu aç bırakmayacak insanları atarsın. Ben de o
yolu tercih ettim. Yani Zeynep Oral’ı attığım için mesela bütün
kültür servisini işten atmam gerekmedi. Şahin Alpay’ı çıkarttığım
için, onun servisinde çalışanları çıkartmam gerekmedi.
-Orada tartışılan kimleri çıkardığınız değil, nasıl
çıkardığınızdı.
Neymiş yöntem?
-Şahin Alpay internet sitelerinden öğrenmiş
çıkarıldığını.
Bu büyük bir yalan. O sabah geldim. Önce Yalçın Doğan’ı aradım,
benden önceki genel yayın müdürü olduğu için. Odasına gittim,
bizzat tebliğ ettim. Oradan çıktım Doğan Heper’e gittim söyledim.
Sonra Umur Talu’nun odasına gittim. Yoktu. Sekreterine not
bıraktım. Yazı işleri toplantısına indim. Toplantıda iken Umur Talu
telefon etti. ‘Yalçın’la, Doğan Heper’le konuştum. Beni de onun
için mi aradın?’ dedi. Ben de ‘Evet.’ dedim. ‘İyi o zaman ben
gelmeyeyim artık’ dedi. Zeynep Oral’ın sekreterine not bırakmıştım.
Ben toplantıda iken geldi. İçeride birileri vardı. Zeynep Hanım
içeri girince ben ayağa kalktım ‘Buyurun sizinle konuşacaktım’
dedim. ‘Beni de mi kovdun?’ dedi. ‘Evet’ dedim. Yani ne diyeyim?
Evet kovdum.
BU MECLİS CUMHURBAŞKANINI SEÇEMEZ DEMEK DELİ SAÇMASI
-Son günlerde medyada bazı yazılar çıkıyor. İrtica sezonu
açıldı sanki. Size bir dönemi hatırlatıyor mu bu?
28 Şubat’la benzerlik kurmak istiyorsan bence hatırlatmıyor. Ne
vesileyle çıktı bu haberler? İşte camide cinayet işlendi. Katil
olduğu iddia edilen birisi linç edildi. Eleştirdiğimiz şey, şahsen
benim eleştirdiğim şey soruşturmanın gerektiği gibi yapılmamış
olması.
-Medya bütünüyle tekrar harekete geçince ister istemez
hatırlanıyor 28 Şubat’taki o günler.
Bütün gazetecilerin hesabını ben verecek değilim. Ben o dönemde
Radikal Gazetesi’nin genel yayın müdürüydüm ve hiçbir andıçı
yayımlamadım.
-Size de geldi mi?
Her gazeteye geliyordu zaten. O takip merkezi mi tuhaf isimli bir
yer vardı. Oradan gelen imzasız hiçbir haberi yayımlamadım. Kendi
üzerime düşeni yaptım.
-Nasıl karşı koydunuz peki?
Öyle yani somut tazyik denebilecek bir şey olmaz. Nasıl olur? İşte
o haberi bir muhabire verirler. O muhabir haberi geçer. İşte sen
kullanmazsın. O muhabire derler ki sana bir daha haber yok falan
yani. Çağırıp da öyle sopa gösterip bunu yayımlamazsan falan gibi
böyle bir şey olmadı.
-Medya darbe girişimleri olan zamanlarda gerekli tedbirleri
alamıyor. Olayın üzerinden bir süre geçtikten sonra ortaya çıkıyor.
Kendini hatırlıyor. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat olsun
sonraki yıllarda baktığımızda medyanın hep işbirliği yaptığı
çıkıyor ortaya.
Medyanın işbirliğinden mi söz etmeliyiz yoksa medyanın görevinin ne
olduğundan mı? Onu bilmiyorum tam olarak. Yani eğer gazetecinin
işi, o gün toplumda olan gizli kapaklı her şeyi yazmaksa ve o gün
toplumda ne bileyim hükümet ile askerler arasında bir siyasî
gerilim varsa, sonu darbeye ulaşabilecek gelişmeler oluyorsa
gazetecinin görevi onu yansıtmaktır.
-Pusuda darbeyi beklemek değil.
Değil ama onu yansıtmaktır. O olayı gazetesine koymaktır. Şimdi
bunu gazetene koyduğun zaman Türkiye’de belli çevreler bunu
gazetecinin darbeye alet olması olarak yorumlar. Ama gazetecinin
işi zaten bunu yayımlamak değil midir?
-Az önce ‘28 Şubat’ta gelen haberi kendimce uygun görmedim,
yayımlamadım’ dediniz. Bu yapılamaz mı?
Bunu yapacaksın. Zaten gazeteci olarak işin bu.
-Yine düğmeye mi basıldı bu süreçte?
Yok bunlar boş laf. Öyle düğmeye basarak bu işler olmaz. Toplumsal
hareketler, olaylar, büyük siyasî gelişmeler öyle birisinin bir gün
karar vermesi ile olmaz. Bunlar biriken olayların sonucudurlar.
-28 Şubat’ta ortalıkta olanlar şimdi neredeler
mesela?
Ama o gün sokakta idiler. Niye o gün sokağa çıktılar. Bunları
askerler mi çıkarttı sence?
-Siz yayın yönetmeni idiniz o zaman.
Bilmiyorum. Bence askerler çıkartmadı.
-Ama birilerinin çıkarttığı kesin.
O çıkartan birileri bence Refah Partisi’nin içinde aranmalıdır.
Şevki Yılmaz’larda arayacaksın onları. Emin olabilirsin. O cesareti
onlara birisi verdi. O verenler büyük bir ihtimalle RP’nin içindeki
bazı gruplardı.
-Bundan ne çıkar sağlayabilirlerdi ki?
Bilemiyorum ne hayal ettiklerini.
-Cumhurbaşkanlığı seçimi Türkiye için ne ifade ediyor şu
anda? Az bir zaman kaldı.
Cumhurbaşkanlığı seçimini ben o kadar önemsemiyorum. Meclis
seçecek. Bugünkü Meclis’in meşruiyetini kabul ediyorsan seçeceği
cumhurbaşkanının da meşruiyetini kabul etmek zorundasın. Bugüne
kadar bunu hiç tartışmamışken, bugün cumhurbaşkanını bu Meclis
seçemez demek deli saçması bir laf.
-Kâğıt üzerinde böyle.
Bu Meclis bunu seçer.
-Peki İlhan Selçuk’un cumhurbaşkanını ziyaret
etmesi?..
Ya ne yaparsa yapsınlar. Sonuçta bu Meclis cumhurbaşkanını seçer.
Recep Tayyip Erdoğan’ı mı seçer başkasını mı seçer onu bilmem. Yani
ben cumhurbaşkanlığı seçiminin büyük bir krize dönüşeceğini
düşünmüyorum ama cumhurbaşkanlığı seçiminin üzerine böyle bir hava
yaratılarak bundan siyasî sonuçlar elde etmek isteyenler elbette
olacaktır.
ÇETE HİKAYELERİNİ ANLAMAKTA ZORLANIYORUM
-Kimin işine gelir bu?
Bence iktidarın. İktidarın ve parası, dövizi çok olanların işine
yarar.
-Bu kadar basit mi cumhurbaşkanlığı seçimi?
Bence buna yakın basitlikte. Bu anlattığım kadar basit değil
toplumsal, siyasî süreçler; ama cumhurbaşkanının ayın kaçında
seçileceği belli bugünden.
-Sürpriz beklemiyorsunuz.
Nesi sürpriz olabilir? Kim diyecek ‘Hayır bunu seçmeyin. Onu seçin’
diye. Sonuçta Meclis’teki şu kadar milletvekili seçecek ve seçilene
de saygı duymak zorundasın.
-Son dönemlerde ortaya çıkan çete hikâyelerini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Anlamakta zorlanıyorum. Sonra dava açılıyor. Adamları serbest
bırakmış mahkeme. Ya soruşturma yeteri kadar iyi yapılmıyor,
kendisine çete süsü veren sadece adî suçlular yakalanıyor veya öyle
bir çete olmadığı için de altından bir şey çıkmıyor. Derin
uzantıları olan bir şeyin daha derin uzantılarını göremiyoruz.
-En son Almanya gezinizde yazdınız. İşte Almanya Başbakanı
Merkel’in giyim tarzını ele aldınız. Ve Merkel’in giyiminin çok
önemli olmadığını, dünya görüşünün önemli olduğunu söylediniz.
Türkiye’ye geldiğimizde başbakanın eşinin başörtüsü ile
uğraşıyoruz. Burada ikircikli bir durum yok mu?
Benim açımdan yok. Benim tanımım çok net. Ben insanların özel
hayatında canları ne istiyorsa öyle giyinmelerinden yanayım.
İstersen çarşaf giy, istersen mayo ile gez. Radikal’de de,
Milliyet’te de defalarca yazdım. Beni ilgilendiren kamusal alan
dediğimiz alanın sınırı. Kamusal alanı tabii sosyolojik bir kavram
olarak kullanmıyoruz burada. Yani evin kapısının dışına çıktığım
anda kamusal alana çıkmış oluyorum. Bunu kastetmiyorum. Ben, kamu
hizmeti veren ve kamu hizmetinden yararlananlar ayrımı yapıyorum.
Herkese eşit kamu hizmetini vermekle yükümlü olanlar dinî, siyasî,
sosyal semboller taşımamalıdırlar. Ama kamu hizmetinden yararlanan
söz konusu olduğunda o onun özel hayatıdır. Hastaneye giden hasta,
işte uçağa binen yolcu, aynı şekilde öğrenciler için de geçerlidir
bu. Kamu hizmetinden yararlanmak için bir kılık kıyafet yönetmeliği
olmaz. Öğrencilik kamu hizmeti almak demektir. Dolayısıyla canı
nasıl isterse öyle giyinir.
-Doğan Grubu POAŞ şirketinden dolayı büyük bir ceza aldı.
Bunun yayınlara yansıdığını, bir kırgınlığa yol açtığını düşünüyor
musunuz?
Yoo. Niye? Açmaz. Bir etkileme olmadı. Çünkü Doğan Holding ile
Doğan Yayın Holding’in iki ayrı holding olmasının nedeni budur
zaten.
MEDYAYA GÜVENMEYEN NEDEN GAZETE ALIYOR
-Emin Çölaşan’ın eşi Tansel Hanım Danıştay Başsavcısı oldu. Tülay
Tuğcu da Anayasa Mahkemesi Başkanı. Yani gelin-görümce yargının
başında yer aldı. Bu konuda bir satır yazı çıkmadı sizde
galiba.
Bunlar gelin-görümce mi onu bile bilmiyorum. -Evet.
Zannetmiyorum.
-Medyaya duyulan güven neden azalıyor?
Şimdi her ankette giderek düşüyor ama gazete satışlarında ve TV
izleme oranlarında bir problem görmüyorum.
-Ama bu sorunu ortadan kaldırmıyor.
O anketlerde güvenmiyorum diyen insanlar güvenmiyorlarsa niye satın
almaya devam ediyorlar. Onu da anlamıyorum. Hakikaten bence bunlar
boş laflar. Ben şuna bakarım. Sonuçta Türkiye’de insanlar başlarına
bir şey geldiğinde polisi arıyorlar, polise güvenmiyorlar.
Siyasetçiyi arıyorlar siyasetçiye de güvenmiyorlar. Gazeteleri
arıyorlar bir de ama gazetecilere de güvenmiyorlar. Cumhurbaşkanına
güveniyor ama cumhurbaşkanını hiç arayan yok. Askere güveniyor ama
askerin kapısına gidip de ‘benim şu sorunumu çöz diyen’ yok. Bu
nasıl bir şey? Ciddiye almıyorum o araştırmaları. Bana güvenmiyorsa
niye her gün bin tane mail geliyor bana?
-Anılarınızı yazıyor musunuz?
Yazıyorum ama Hasan Cemal gibi dedikodu yazmıyorum doğrusunu
isterseniz. Ben çok yayın çıkarttım. Ve her yayının da kendine özgü
bir gelişme süreci oldu. Oralarda önemli dersler çıkabilir diye
düşünüyorum gelecekte gazetecilik okumak isteyen gençler için.
-Sizinle ilgili bir söz var yine. Kalemini mermi gibi
kullanmaktan çekinmiyor diyorlar.
Öyle mi diyorlar. Yo ben böyle yaptığımı düşünmüyorum. Ben
diğerlerinden farklı olarak ne düşünüyorsam onu yazarım. Lafı
eveleyip gevelemem. Ne düşünüyorsam onu söylemeye çalıştığım için
de böyle düşünülüyor olabilir.
-Sabah’la anlaştınız. Gazetede duyuruldu. Sonra ne
oldu?
Tam anlaşmamıştık aslında. Ben buradan ayrılmadan resmî bir anlaşma
yapıp gitmedim oraya. Onu doğru bulmadım.
-Oturdunuz konuştunuz ama…
Konuştuk, sonra buradan ayrıldım. Tekrar konuştuk. Anlaşamadık.
-Anlaşmadığınız halde Sabah’ta niye duyursunlar o
zaman?
Onu o zamanki gazetenin yöneticisi Ergun Babahan’a sormak lazım.
Neden yazmak ihtiyacını hissetmiş?
-Yine duymamışınızdır belki, ben söyleyeyim size. ‘Sırları
ile geliyor’ dediler.
Ne sırrım varmış ki!
-Bilmiyorum. Ben bunları sormak için
buradayım.
Bilmiyorum. Ben zaten ketum bir insanım. Kimseye sır mır
anlatmam.
-Röportaj boyunca hep ‘boş laf’ diyerek geçiştirdiniz,
konuşmadınız zaten.
Sır mır yok. Olsa da söylemem zaten.
-Sorulara verdiğiniz cevaplar ketum bir insan olduğunuzu
ortaya koyuyor zaten.
Evet ben az konuşuyorum.
-Ertuğrul Özkök’ün yerinde gözünüz var mı? O da söylendi
hakkınızda?
Yok. Ertuğrul Özkök’ün yerinde gözüm olsaydı daha önce olurdum
zaten. Hürriyet Gazetesi’ne genel yayın müdürü olma şansım
vardı.
Kaynak: www.aksiyon.com.tr