İşte Güneydoğu Akil İnsanlar raporu
Abone olAkil İnsanlar Komisyonu Güneydoğu Heyeti, iki aylık çalışmasının sonucu olan “Akil İnsanlar Heyeti Güneydoğu Raporu”nu yayımladı.
İNTERNETHABER - Kürt sorununa
kalıcı çözüm üretmek amacıyla başlatılan “2013 Çözüm Süreci”
kapsamında oluşturulan Akil İnsanlar Komisyonu Güneydoğu Heyeti,
iki aylık çalışmasını tamamlayarak hazırladığı raporu Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’a sundu.
Başkanlığını Yılmaz Ensaroğlu, Başkan Vekilliğini Kezban
Hatemi, Sekreterliğini Mehmet Emin
Ekmen’in yaptığı ve Ahmet Faruk Ünsal, Etyen
Mahçupyan, Fazıl Hüsnü Erdem, Lami Özgen, Murat Belge ve
Yılmaz Erdoğan’ın üyesi olduğu heyetin iki aylık
çalışmasının sonucu olan raporun raportörlüğünü ise Murat Çiçek
yaptı.
“Giriş, Metodoloji, Tarihi Arka Plan, Güneydoğu’da
Sosyal, Siyasal ve Psikolojik Durum, Heyetimize İletilen Talepler,
Çözüm Sürecine Yönelik Öneriler ve Sonuç”
kısımlarından oluşan rapor, toplamda 39 sayfadan oluşuyor.
KURTLAR VADİSİ BİLE
VAR
Kürtler'in isteklerini ortaya koyan raporda ilginç ayrıntılar yer
alıyor. Bunlardan bir tanesi Kurtlar Vadisi ve Şefkat Tepe gibi
dizilere yönelik. Kürtler bu dizilerin kaldırılmasını istiyor.
ANDIMIZ metni ile NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE sözü de
rapora girdi. Kürt halkı bunların da kaldırılmasını talep
ediyor.
PKK konusunda ise teröristlerin eve dönüşü için yasal zemin
hazırlanması isteniyor.
GÜNEYDOĞU RAPORU
İŞTE HEYETE İLETİLEN TALEPLER
Heyet olarak yapılan görüşmelerde, farklı soysal, kültürel ve
siyasal kesimlere mensup kişiler ta- rafından çeşitli talepler dile
getirilmiştir. Güneydoğu’da yaşayan insanların hem soruna ve
çözümüne dair düşüncelerini ortaya koyabilmek hem de çözüm sürecine
dair algılarını öğrenebilmek açısından bu talepleri olduğu gibi
aktarmak, doğru ve yararlı bir yöntem olacaktır. Bu bölümde,
heyetimize aktarılan yazılı ve sözlü talepler, söz konusu taleplere
ilişkin işlemler esas alınmak suretiyle tasnif edilerek olduğu gibi
aktarılmıştır.
5.1. Anayasal Talepler
1. Anadilde eğitim hakkının anayasal güvenceye
kavuşturulması,
2. Anayasal vatandaşlık anlayışının
benimsenmesi,
3. Eşitlik ilkesine vurgu yapılması ve özgürlüklerin
alanının genişletilmesi,
4. Kürtlere statü tanınması,
5. Kürtlerin kültürel kimlik haklarının güvence altına
alınması,
6. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, valilerin
seçimle işbaşına gelmesi,
7. Din ve inanç hürriyetinin önündeki engellerin
kaldırılması,
8. Zorunlu askerliğin kaldırılması, vicdani reddin bir
hak olarak tanınması,
9. Tüm ötekilerin haklarının anayasal güvence altına
alınması.
5.2. Uluslararası Sözleşmelere İlişkin
Talepler
1. Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na
konulan çekincelerin kaldırılması,
2. Kültürel kimlik haklarına ilişkin uluslararası
anlaşmaların imzalanması ve onaylanması.
5.3. Yasal Düzenleme Gerektiren
Talepler
1. Anaokulundan üniversiteye kadar her aşamada Kürtçe
eğitimin yapılması,
2. Kürtçenin kamu hizmetlerinde
kullanılması,
3. Kürtçede kullanılan ve yasak olan harflerin
kullanımının serbest bırakılması,
4. Koruculuğun kaldırılması; suça bulaşan korucuların
tespiti ve yargılanması, koruculara yönelik emeklilik veya
iş/istihdam tedbirlerinin alınması,
5. Yerleşim yerlerinin eski adlarının
iadesi,
6. Çözüm sürecinin yasal güvencelerle ve şeffaf bir
biçimde yürütülmesi,
7. Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulması ve bu
çerçevede devlet arşivlerinin açılması,
8. Faili meçhul cinayetler ve kayıp olaylarının
aydınlatılması,
9. Genel bir siyasi af çıkarılması,
10. Terörle Mücadele Kanunu’nun
kaldırılması,
11. Yargı reformu yapılması ve yargının ideolojik
unsurlardan arındırılması,
12. Irkçılık ve ayırımcılığa karşı yasaların
çıkarılması,
13. Abdullah Öcalan’ın ailesi ve avukatlarıyla
görüşebilmesinin sağlanması, cezaevi koşullarının düzeltilmesi ve
serbest bırakılması,
14. Seçim barajının düşürülmesi,
15. Eğitim sisteminin tekçi ve ideolojik unsurlardan
arındırılması ve reformdan geçirilmesi,
16. Diyanet İşleri Başkanlığının
kaldırılması,
17. Aleviler üzerindeki baskıların kaldırılması ve cem
evlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi,
18. Kalkınma Ajanslarının demokratikleştirilmesi ve
atanmışların hâkimiyetine son verilmesi,
19. Sıkıyönetim, DGM ve 28 Şubat benzeri dönemlerin
zulüm içeren idari ve yargı kararlarının iptal
edilmesi,
20. Toprak reformu yapılması.
5.4. İdari ve Uygulamaya İlişkin
Talepler
1. Andımız metninin
kaldırılması,
2. “Ne Mutlu Türküm diyene” ve
benzeri yazıların silinmesi,
3. Siyasi ve askeri operasyonların
durdurulması,
4. Uludere/Roboski olayının
aydınlatılması; Başbakanın Roboski’yi ziyaret etmesi ve Roboski
katliamı için özür dilemesi,
5. KCK tutuklularının ve Kürt siyasetçilerinin serbest
bırakılması,
6. PKK mensuplarının evlerine
dönmeleri sonrasında sosyal hayata adaptasyonlarına ilişkin sosyal
ve ekonomik tedbirlerin alınması,
7. Boşaltılan köylerin imar edilmesi, köye dönüşlerin
sağlanması ve bu konuda projeler geliştirilmesi; boşaltılan
köylerin imarının TSK’nın da katkılarıyla yapılarak toplumsal
barışın güçlendirilmesi,
8. Siyasetçilerin, medyanın ve tüm kesimlerin barışa
uygun bir dil kullanması,
9. Akil insanların, KCK yetkilileri ve Öcalan ile
görüşmeler yapmalarının sağlanması,
10. Ağır hasta tutuklu ve hükümlülerin tedavilerinin
sağlanması ve serbest bırakılması,
11. Kürt diasporasının ülkeye dönüşünün
sağlanması,
12. Silahların susması için PKK’nın, Kürt sorununun
nihai çözümü için ise bütün Kürtlerin muhatap
alınması,
13. Bölgeye, sürece uygun mülki amirlerin ve
bürokratların atanması; bölgeye deneyimli görevlilerin gönderilmesi
ve sürgün atamaların yapılmaması,
14. Bölgedeki üniversite yönetimlerinin sürece uygun
kişilerden belirlenmesi,
15. Bölgede yaygınlaşan madde bağımlılığı ve fuhuş
olaylarına yönelik tedbirler alınması,
16. Kadınlara yönelik sosyal ve kültürel tedbirlerin
alınması ve projelerin geliştirilmesi,
17. Çocuk evliliklerine son verilmesi için gerekli
tedbirlerin alınması,
18. Ekonomik Olağanüstü Hal ilan edilmesi; bölgeye
ekonomik açıdan pozitif ayrımcılık yapılması, bölgeye yönelik özel
istihdam arttırıcı politikaların geliştirilmesi,
19. GAP Projesinin bir an önce
tamamlanması,
20. Bölgedeki ve batıdaki belediyeler arasında ortak
projelerin gerçekleştirilmesi ve sürece ilişkin işbirliği
yapılması,
21. Göç ile gelen kent varoşlarındaki yerleşimcilerin
barınma koşullarının düzeltilmesi ve yaşam kalitesinin
arttırılması,
22. Süryanilerin anadilde eğitim yapmalarının ve din
adamı yetiştirmelerinin önündeki engellerin kaldırılması, camiye
çevrilen Süryani kiliselerinin iadesi, 1990’lı
yıllarda
40’a yakın Süryani’ye karşı işlenen faili meçhul
cinayetlerin aydınlatılması, diasporadaki Süryanilerin dönüş
koşullarının sağlanması, Süryanice dili ve kültürü üzerinde- ki
yasakların kaldırılması, TRT’de Süryanice
yayın yapılması, dinsel ve kültürel gün ve bayramlarının resmi
olarak tanınması, geleneksel Süryanice isim ve soyadlarını kullanma
hakkının tanınması ve kültürel etkinliklerinin serbest
bırakılması,
23. Ezidilerin işgal edilen topraklarının kendilerine
iadesinin sağlanması, Ezidilere karşı kullanılan ayırımcı dilin
terk edilmesi, Ezidilerin kimliklerinde boş bırakılan din hanesine
kendi dinlerinin yazılması, yurt dışındaki Ezidilerin yurda
dönmelerine imkân sağlanması ve el konulan topraklarının
sahiplerine geri verilmesi,
24. PKK’nın Araplara karşı
baskı uygulayacağına dair endişelerin giderilmesi, bununla ilgili
gerekli tedbirlerin alınması,
25. Özellikle gençlerin dini ihtiyaçlarının
karşılanması amacıyla medrese eğitimine olanak sağlanması ve
bölgedeki medrese eğitiminin yeniden
canlandırılması,
26. Askeri amaçlı güvenlik barajlarının ve yeni
karakolların yapımının durdurulması,
27. Mayınlı arazilerin
temizlenip topraksız ailelere dağıtılması ve bu şekilde söz konusu
toprakların ekonomiye kazandırılması,
28. Arazilerin ve dağların, mayınlardan, silah ve bomba
gibi mühimmatlardan temizlenmesi,
29. Tarım ve hayvancılığın
geliştirilmesi,
30. Şefkat Tepe, Sakarya Fırat,
Kurtlar Vadisi ve Tek Türkiye benzeri TV dizilerinin
yayından kaldırılması ve medyanın sürece ayak uydurmasının
sağlanması,
31. Mahmur Kampı başta olmak üzere BM kamplarında
yaşayan Türkiye vatandaşlarının evlerine dönüşlerinin önündeki
engellerin kaldırılması ve eve dönüşlerinin teşvik
edilmesi,
32. Lisans ve yüksek lisans düzeyinde Kürtçe eğitim
veren bölgedeki üniversitelerin ilgili bölüm ve enstitülerinin
teşvik edilmesi, desteklenmesi ve serbest çalışma ortamının
sağlanması,
33. Resmi tarihin bir tarafa bırakılması ve tarihin
doğru bir biçimde yeniden yazılması, resmi tarihte karalanan
şahsiyetlerin itibarlarının iadesi,
34. Bölgedeki aşırı yol kontrollerinin
kaldırılması,
35. Şüpheli asker intiharlarının yeniden
soruşturulması, varsa cinayetlerin aydınlatılarak faillerinin
yargılanması,
36. Hukuka aykırı bir şekilde gerçekleştirilen fiziksel
polis takiplerine son verilmesi ve hukuka aykırı bir şekilde
iletişimin dinlenmesinin önüne geçilmesi,
37. CHP ve MHP’nin de sürece
katılımı için çaba sarf edilmesi,
38. Siirt ve Mardin Üniversitelerinde Arapça eğitim
verilmesi,
39. Türkiye’deki araç plaka sisteminin, araçların hangi
ile ait olduğu belli olmayacak şekilde değiştirilmesi ve bu suretle
bölge illerine ait araçların batı illerinde güvenli seyahatlerinin
sağlanması,
40. Toplu mezarlar ile ölüm kuyularının açılması ve
incelenmesi sırasında bugüne kadar uygulanan ve delillerin
karartılmasına yol açan yöntemlerin terk edilerek, bilimsel
esaslara uygun delil toplanması amacıyla gerekli eğitimin ve
ekipmanın sağlanması; “Yasa Dışı Yargısız
İnfazlarla İlgili Birleşmiş Milletler Minnesota Otopsi
Protokolü”ne uygun bir şekilde mezarların açılarak otopsi
yapılması ve otopsilerin bağımsız antropologlar ile adli tıp
uzmanları denetiminde gerçekleştirilmesi,
41. Hasankeyf ’in ve Dicle Vadisinin kurtarılması,
tarihi ve kültürel alanları sular altın- da bırakacak projelerin
durdurulması veya revize edilmesi;
42. Tutuklu olup, uzun süredir davası açılmayan
üniversite öğrencilerinin yargılama süreçlerinin hızlandırılması,
öğrencilerin tutuksuz yargılanmalarının sağlanması ve üniversite
yönetimlerinin de disiplin hukuku açısından daha esnek davranması
için gerekli tedbirlerin alınması,
43. Yayla ve mera ile askeri bölge yasaklarının tamamen
kaldırılması,
44. Çözüm sürecinin provoke edilmesine yönelik
girişimlerin engellenmesi.
[PAGE]
6. Çözüm Sürecine Yönelik
Öneriler
Türkiye gibi uzun yıllar çatışma yaşamış ülke deneyimlerine
bakıldığında, genel-geçer bir çatışma çözüm yönteminin olmadığı
görülür. Çatışma çözümünde elverişli olan yöntem, toplumun verili
koşullarına, çatışmanın nedenlerine ve özelliklerine göre
belirlenir. Çatışma çözümünde standart bir yöntem olmamakla
birlikte, birçok ülke deneyiminde, çatışmaya yol açan sorun
alanının ana- yasal ve yasal temellerinin ele alındığı ve kalıcı
bir barışın tesis edilebilmesi amacıyla kapsamlı bir hukuk
reformunun hayata geçirildiği görülür. Bir başka ifadeyle,
çatışmalı süreç yaşamış birçok ülke örneğinde, çatışmayı
sonlandırma ve çatışmanın yarattığı toplumsal bölünmeleri gidererek
toplumsal bütünlüğü sağlamak amacıyla, yeni bir toplumsal sözleşme
niteliğine sahip bir anaya- sanın yapıldığı bilinmektedir.
Dinsel, dilsel, etnik veya kültürel farklılıklardan kaynaklanan
kimlik sorunlarının yaşandığı Türkiye’de, sadece Kürt meselesinin
değil, bütün kültürel kimlikler alanında yaşanan sorunların kalıcı
çözümünün gereklerinden biri, ortak bir kimlik belgesi niteliğinde
yeni bir anayasa yapmaktır. Yürürlükte bulunan 1982 Anayasasının,
farklılıkları ve çoğulculuğu dışlayan “tekçi”
niteliğinin, “kimlikler/renkler” alanında yaşanan
sorunlara “temel norm” olarak kaynaklık teşkil
etmesi ve Kürt meselesi eksenindeki çatışmayı derinleştirici bir
işlev görmesi, barış ve çözüm sürecinde mevcut anayasayı
yenilemenin ne denli acil bir ihtiyaç olduğunu ortaya
koymaktadır.
Ancak Türkiye gibi, etnik, dilsel, dinsel ya da kültürel kimlikler
ekseninde sancılar yaşamış toplumlarda, toplumsal mutabakat
temelinde yeni bir anayasa yapabilmenin güçlüğü de açıktır.
Toplumun farklı kesimlerinin birbirlerine karşı güvensizlik duygusu
içinde bulunduğu, toplumsal gerilimin ve bunun siyasetteki uzantısı
olan siyasi kamplaşma ve kutuplaşmanın mevcut olduğu toplumlarda,
temel siyasi-hukuki ilkeler üzerinde uzlaşmaya varmak gerçekten çok
güçtür. Nite- kim Türkiye’de yaklaşık iki yıldan beri devam eden
yeni anayasa yapım çalışmalarında bir neticeye varılamamış olması
da bu güçlüğü ortaya koymaktadır.
Bu güçlük nedeniyledir ki, Türkiye ve benzeri toplumlar için
“tedrici/aşamalı” anayasa yapma yöntemi önerilmektedir. Buna göre,
mutabakata varılamayan hususları dışarıda tutan, bunlarla ilgili
düzenlemeleri zaman içerisinde oluşabilecek uzlaşmalara bırakan ve
genel olarak hak ve özgürlükler temelli bir anayasal düzen üzerinde
ortak mutabakatı sağlayan bir anayasa yapımı yoluna
gidilebilir.
Türkiye gibi kimlikler alanında kırılgan bir yapının var olduğu ve
siyasetin de belli ölçüde bu kırılgan zemin üzerinden yürütüldüğü
toplumlarda, bir yandan kalıcı anayasa yapımı için gerekli olan
güven esasına dayalı toplumsal ve siyasal iklimi oluşturabilmek,
diğer yandan da çatışmalı ortamı soğutmak ve barış sürecini
pekiştirebilmek amacıyla, “yol temizliği” ya da “güven arttırıcı
tedbirler” olarak değerlendirilebilecek köklü yasal reformlar ile
buna eşlik edecek idari pratik ve düzenlemelere yer
verilmektedir.
Yaklaşık otuz yıllık çatışmalı süreci sonlandırma, bir asırlık
sorunu çözme ve kalıcı bir barışı tesis etme amacıyla başlatılan
“çözüm süreci”nin, karşılıklı güven ilişkisi temelinde
gelişebilmesi, sürecin derinleşerek devam edebilmesi ve kalıcı bir
barışın inşa edilebilmesi için, aşağıda sıralanmış olan
uluslararası hukuk, anayasa ve yasa önerileri ile uygulamaya
yönelik önerilerin tedrici olarak hayata geçirilmesi büyük önem arz
etmektedir:
6.1. Uluslararası İnsan Hakları Hukukuna Dair
Öneriler
6.1.1. Türkiye, bugüne kadar taraf olmaktan kaçındığı aşağıda adı
geçen insan haklarına ilişkin uluslararası belgeleri bir an önce
imzalamalı ve/veya onaylamalıdır:
a) Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü,
b) Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunmasına Dair Çerçeve
Sözleşme, c) Avrupa Konseyi Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri
Şartı,
d) Yerel Yönetimlerin Faaliyetlerine Katılım Hakkına Dair Avrupa
Yerel Yönetimler
Özerklik Şartı Ek Protokolü,
e) Avrupa Konseyi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 12 No’lu Ek
Protokol, (onaylanmamış),
f ) Avrupa Konseyi Avrupa Vatandaşlık Sözleşmesi.
6.1.2. Aşağıdaki insan haklarına ilişkin uluslararası belgelere
konulan çekinceler bir an önce kaldırılmalıdır:
a) BM Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme
(m.27),
b) BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası
Sözleşme (m.13), c) BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme (m.17, 29 ve
30),
d) Avrupa Konseyi Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı (m.1, 4/6,
6/1, 7/3, 8/3, 9/4,6, 7, 10/2, 3 ve 11),
e) Avrupa Konseyi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1 No’lu Ek
Protokol (m. 2).
6.2. Anayasal Öneriler
6.2.1. Anayasada herhangi bir etnik, dini ya da ideolojik referansa
ve tanımlamaya yer veril- memelidir. Bu çerçevede, Anayasa’nın
Başlangıç Kısmı kaldırılmalıdır.
6.2.2. Vatandaşlığa ilişkin düzenlemede iki seçenekten biri tercih
edilebilir:
a) Vatandaşlık tanımına hiç yer vermemek,
b) Vatandaşlığı herhangi bir etnik, dini ya da kültürel kimliğe
referansla değil, toplum- daki bütün farklılıkları kapsayacak ve
kuşatacak bir kavramla tanımlamak.
6.2.3. Kültürel kimlik haklarına ilişkin olarak azami düzeyden
asgari düzeye doğru sıralanan
aşağıdaki seçeneklerden biri kabul edilebilir:
a) Kültürel kimliklerin kendilerini ifade, koruma, geliştirme ve
yayma hakkını genel bir koruyucu düzenlemeyle güvence altına almak
ve buna ilave olarak, kültürel kimlik haklarının önemli bir
parçasını teşkil eden “dil haklarını” bütün unsurlarıyla (başta
anadilde eğitim hakkı olmak üzere) birlikte düzenlemek,
b) Kültürel kimlik haklarına ilişkin genel koruyucu düzenleme ile
dil haklarını güven- ce altına alan hükümden yalnızca birine yer
vermek,
c) Kültürel kimlik haklarının kullanımını yasaklayan bir hükme
(Anayasa m.42/10’da olduğu gibi) anayasada yer vermemek.
6.2.4. Adem-i merkeziyetçi yönetim tarzına ilişkin aşağıda
belirtilen minimal talebin kısa veya orta vadede, maksimal talebin
ise uzun vadede gerçekleştirilmesi yoluna gidilebilir:
a) Minimal talep: Mevcut yerel yönetimlerin özerkliğini
güçlendirecek, idari vesayeti hukuka uygunluk denetimiyle
sınırlayacak, ilerleyen dönem içerisinde daha güçlü bir yerel
yönetim reformunun yapılmasını kanuni düzenlemelerle mümkün kılacak
ucu açık bir düzenleme yapmak,
b) Maksimal talep: Üniter devlet yapısına bağlı kalarak “bölgesel
yönetim” modelini kabul etmek ve bölgesel yönetimleri idari ve
siyasi özerklikle donatmak.
6.2.5. Çoğulcu demokratik siyasetin vazgeçilmez unsurları olan
siyasi partiler anayasal güvenceye kavuşturulmalı; siyasi
partilerin kapatılması müeyyidesi iptal edilmeli; siyasi partilerin
kapatılması rejimine yer verilmesi halinde ise, kapatma kararında,
AİHM ile Venedik Komisyonunun geliştirdiği kriterler esas
alınmalıdır. Öte yandan, ayrılıkçılık dâhil her türlü düşüncenin
siyasi parti şeklinde örgütlenebilmesinin önü açık tutulmalı- dır.
Ayrıca siyasi partilere, genel seçimlerde aldıkları oy oranında
hazine yardımı yapıl- ması esası benimsenmelidir.
6.3. Yasal Değişiklik ve Yeni Yasa Önerileri
1. 2923 sayılı Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanunu’nun 2.
maddesinin (a) bendinin 1. cümlesinde yer alan, “Eğitim ve öğretim
kurumlarında, Türk vatandaşlarına Türkçeden başka hiçbir dil, ana
dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” ifadesi, madde metninden
çıkarılmalı; resmi dil olan Türkçenin yanı sıra yerel dillerden
biriyle de anadilde eğitim yapılabilmesine (çift dilli eğitime)
imkân tanıyan bir dü- zenleme yapılmalıdır.
2. 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nda değişiklik yapılarak,
anadili Türkçe ol- mayan çocukların anadillerinde eğitim
görecekleri okul öncesi eğitim kurumlarının açılabilmesi mümkün
kılınmalıdır.
3. Türkçe dışında farklı yerel dilleri konuşan vatandaşların
anadillerinde kamu hizmetlerinden faydalanmalarına imkân sağlayacak
bir kanuni düzenleme yapılmalıdır.
4. Türkiye genelinde binlerce köy isminin değiştirilmesine yasal
dayanak teşkil eden 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’nun 2. maddesinin
(d) bendinin 2. alt bendi kaldırılmalı; bu Kanuna eklenecek geçici
bir maddeyle, isimleri değiştirilen yerleşim birimleri ile coğrafi
yerlerin eski isimlerinin iadesi sağlanmalıdır.
5. Türkçe dışındaki soyadların alınmasında engelleyici yoruma açık
olan 2525 sayı- lı Soyadı Kanunu’nun 3. maddesi ile bu konuda
idareyi yetkili kılan 6. maddesi kaldırılmalıdır.
6. 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu’na eklenecek geçici bir
maddeyle, bir defaya mahsus olmak ve bir yıl içerisinde müracaat
edilmesi kaydıyla, vatandaşların, nüfus cüzdanlarında kayıtlı olan
ad ve/veya soyadlarını diledikleri bir ad ve/veya soyadıyla
değiştirebilecekleri öngörülmelidir.
7. Alfabede yer almayan bazı harflerin kullanımını yasaklayan 1353
sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun’un 2. ve 4.
maddeleri yürürlükten kaldırılmalıdır.
8. Türk tabiiyetindeki şirket ve kurumların her türlü işlem,
sözleşme ve yazışmalarını Türkçe yapma zorunluluğunu getiren
İktisadi Müesseselerde Mecburi Türkçe Kullanılması Hakkında
Kanun’un 1. maddesi değiştirilerek, Türkçenin yanı sıra diğer
dillerin de kullanılabileceği ifade edilmelidir.
9. 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun; aday adaylarının
Türkçeden başka dil ve yazı kullanmalarını yasaklayan 43.
maddesindeki ibare madde metninden çıkarılmalı; Türkiye’de
azınlıkların var olduğunu ileri sürmeyi, Türk dili ve kültüründen
başka dil ve kültürleri koruyup geliştirme amacını gütmeyi, siyasi
iletişim aracı olarak Türkçeden başka bir dil kullanmayı yasaklayan
81. maddesi ile çoğulcu demokratik siyasetin aleyhine kullanılmaya
açık olan 78 ve 80. maddesi yürürlükten kaldırılmalıdır. Esas
itibariyle, bu Kanun ilga edilip, özgürlükçü ve çoğulcu
demokrasinin gereklerine uygun yeni bir siyasi partiler kanunu
hazırlanmalıdır.
10. 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 33. maddesinin 1.
fıkrasında yer alan ve temsilde adalet ilkesi ile yarışmacı
demokrasi anlayışıyla bağdaşmayan %10’luk seçim barajı kaldırılmalı
ya da makul bir düzeye çekilmelidir.
11. Olağanüstü Hal koşullarında hazırlanmış olan 3713 sayılı
Terörle Mücadele Kanunu yürürlükten kaldırılmalı; kaldırılmaması
halinde ise, Kanunun ilk maddesindeki “terör tanımı”
değiştirilerek, uluslararası normlara uygun bir terör tanımı
geliştirilmelidir. Bu tanım değiştirilmeden TMK’da ve TCK’da
yapılacak değişikliklerin çok fazla önem ve anlamı
olmayacaktır.
12. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun; 220. maddesinin 6. ve 7.
fıkrası ile, 301. ve 318. maddesi yürürlükten kaldırılmalıdır.
13. Nefret söylemiyle mücadele amacıyla, münhasıran nefret
suçlarına ilişkin bir kanuni düzenleme gerçekleştirilmelidir. Bu
kanun yapılıncaya kadar, nefret suçlarının önlenmesi amacıyla, Türk
Ceza Kanunu’nun ilgili maddelerinde düzenlenen suç tiplerine, suçun
nitelikli hali olarak “nefret saiki” eklenmelidir.
14. Cezaevlerinde tutuklu veya hükümlü olup ağır bir hastalığa
yakalananlara ilişkin olarak, sübjektif değerlendirmelere ve
tutuklu ve hükümlülerin aleyhlerine kullanılmaya açık olan 5275
sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 16.
maddesinin 2. fıkrasının ikinci cümlesinde yer alan “kesin” sözcüğü
ile aynı maddenin 6. fıkrasında yer alan “ve toplum güvenliği
bakımından tehlike oluşturmayacağı değerlendirilen” ibaresi madde
metninden çıkarılmalıdır. Öte yan- dan, aynı Kanunun 107.
maddesinin 4. fıkrası, infaz eşitsizliği yarattığından dolayı
kaldırılmalıdır.
15. 2009 “açılım süreci”nde hazırlatılan ve dört yıldan beri
Başbakanlıkta bekletilen “Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu
Kanun Tasarısı Taslağı”, gözden geçirilip yenilenerek
kanunlaştırılmalıdır.
16. Geçici köy koruculuğu sisteminin kanuni dayanağını oluşturan
442 sayılı Köy Kanunu’nun 74. maddesinin 2. fıkrası, gerekli
tedbirler alınarak, kaldırılmalıdır.
17. Son otuz yıllık çatışmalı süreç içerisinde bölgedeki bütün
silahlı unsurlar tarafından işlenmiş ağır insan hakları
ihlallerini, faili meçhul cinayetleri, kayıpları ve toplu mezarları
araştırmak amacıyla özel yetkilerle donatılmış bir “Hakikat ve
Adalet Komisyonu” oluşturulmalıdır. Komisyonun görev ve yetkileri
ile çalışma esasları, çıkarılacak bir kanunla düzenlenmelidir.
18. Çözüm sürecinin son aşamasında, PKK tarafından, silahlı
mücadeleye son verileceğinin açıklanması ve silahların terk
edilmesinden sonra, PKK militanlarının ve cezaevlerindeki siyasi
mahkûmların evlerine dönüp sosyal ve siyasal hayata
katılabilmelerini ve rehabilite edilebilmelerini mümkün kılacak bir
kanuni düzenleme gerçekleştirilmelidir.
6.4. Uygulamaya Yönelik Öneriler
1. Barış ve çözüm sürecinin başlamasıyla birlikte tarafların
kullandığı dilde görülen yumuşama daha da geliştirilmeli; kalıcı
barışın yolunun karşılıklı güven ilişkisinin tesisinden geçtiği
gerçeğinden hareketle, barış dilinin kullanılmasına ilişkin olarak
taraflar azami hassasiyet göstermelidir.
2. Barış sürecinde yazılı medyanın nispeten sorumlu bir dil
kullandığı görülse de,
özellikle görsel medyada yer alan bazı dizilerde
(Sakarya Fırat, Şefkat Tepe, Tek Tür- kiye ve Kurtlar
Vadisi) farklı etnik ve dini kimliklerin
aşağılandığı, nefret söylemi- nin, ayrımcı ve çatışmayı körükleyici
bir dilin kullanıldığı görülmektedir. Bu tür yayınların gözden
geçirilmesinin ve bu konuda dikkatli ve hassas davranılmasının,
çözüm sürecinin selameti açısından büyük önem taşıdığı
bilinmelidir.
3. Uludere/Roboski’de 34 yurttaşımızın katledildiği olaya ilişkin
olarak, devletin gereken önem ve hassasiyeti göstermediğine ve
olayı geçiştirmeye çalıştığına dair bölgede yaygın ve güçlü bir
kanaat hâkimdir. Bu kanaat dikkate alınarak; mümkünse Başbakan ve
devlet erkânı tarafından mağdur aileler ziyaret edilmeli, gönülleri
alınmaya çalışılmalı, yakınlarından özür dilenmeli ve sorumluların
tespit edilerek yargılanmaları sağlanmalıdır. Ayrıca, köylülerin
yas halinin giderilmesi için sosyal, ekonomik ve psikolojik
rehabilitasyon uygulanmalı ve Roboskili ailelere idare mahkemesi
tarafından sınır ihlali yaptıkları gerekçesiyle verilen idari para
cezaları kaldırılmalıdır.
4. Eğitim müfredatı ve ders kitapları barış sürecinin ruhuna uygun
olarak yeniden hazırlanmalı; Anadolu’da yaşayan halkları ve
kültürleri görmezden gelen, onları görünmez kılan ve hatta onları
düşmanlaştıran ve ötekileştiren anlayıştan temizlenmeli ve bugüne
kadar yok sayılan farklılıkların Türkiye toplumunun ve kimliğinin
ana bileşenleri olduğu gerçeğine ders kitaplarında yer
verilmelidir. Müfredat, insanı esas alan, özgürlükçü ve çoğulcu bir
perspektifle hazırlanmalıdır.
5. İlkokullarda her gün öğrencilerin topluca “Öğrenci Andı”
okumasını öngören Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları
Yönetmeliği’nin 12. maddesi kaldırılmalıdır. Pedagojik açıdan
sakıncalı olan ve çocuklarda travmalara yol açan bu uygula- maya
son verilmelidir.
6. Önümüzdeki dönem içerisinde anadilde eğitim hakkının
tanınmasıyla birlikte or- taya çıkacak öğretmen açığı dikkate
alınarak, üniversitelerde Kürtçe lisans ve lisan- süstü eğitim
veren bölümlerin açılması teşvik edilmeli ve var olanlar
desteklenip güçlendirilmelidir. Bu bağlamda, Kürtçe öğretmenliği
tezsiz yüksek lisans programı mezunu olan Kürtçe öğretmen
adaylarının, öğretmen olarak atanmaları için gereken adımlar
atılmalıdır.
7. Bölgeye sefer düzenleyen uçaklarda Türkçe ve İngilizce anonsun
yanı sıra, Kürtçe anonsun yapılması, bölge insanının güveninin
kazanılması ve somut bir ihtiyacın giderilmesi doğrultusunda bir
insani adım olarak atılmalıdır.
8. Bölgedeki dağlara, tepelere ve şehir merkezlerine yazılmış olan
“Ne Mutlu Türküm Diyene!” ve benzeri milliyetçi sloganlar bir an
önce silinmelidir.
9. Bölgedeki kamu kurum ve kuruluşlarına yapılan atamalarda,
bölgede konuşulan yerel dilleri bilen, nitelikli, tecrübeli,
istekli ve bölge insanına karşı önyargısız kişiler tercih
edilmelidir. Ayrıca bölgede görev yapacak olan üst düzey kamu
görevlilerinin atanmasında azami özen gösterilmeli; bölgede görev
yapan kimi mülki amirler ile emniyet görevlileri, barış süreciyle
bağdaşmayan tutum ve davranışlarından dolayı uyarılmalı; süreçle
doğrudan ilintili kamu görevlileri ile yargı mensuplarının barış
sürecine adaptasyonu için hizmet içi eğitim çalışmaları
yürütülmelidir.
10. Barış sürecine ve genel olarak bölge sorunlarına karşı kayıtsız
kalan ve toplumdan izole bir biçimde yönetilen birçok bölge
üniversitesi, barış süreciyle bağdaşmayan bu tür tutum ve
davranışlarını gözden geçirmeli; süreci destekleyici nitelikte
faaliyet ve çalışmalarda bulunmalıdırlar. Ayrıca bölgedeki
üniversitelerde öğrenim gören gençlerin önemli bir kısmının
Türkiye’nin batısıyla tanışma ve temas etme imkânına sahip olmadığı
gerçekliği dikkate alınarak, bölgedeki üniversiteler, öğrenci
değişim programını teşvik edici uygulamalara ağırlık
vermelidirler.
11. Köylerinden zorla göç ettirilen vatandaşlardan köylerine dönmek
isteyenler için kapsamlı ve uygulanabilir bir “köye dönüş projesi”
hazırlanıp hayata geçirilmelidir.
12. Birleşmiş Milletler’e bağlı Mahmur Kampı ile diğer kamplarda
yaşayan yaklaşık on beş bin kişiyle, yurt dışında mülteci sıfatıyla
bulunan vatandaşlarımızın yurda dönmelerini sağlamak amacıyla
gerekli girişimlerde bulunulmalıdır. Konuyla ilgili olarak sınır
kapılarında yaşanacak sorunların önüne geçmek amacıyla, bu
kişilerin önce bulundukları ülkedeki konsolosluklara başvurup,
ülkeye dönmelerinde her- hangi bir engelin olup olmadığının tespit
edilmesi ve ardından yurda girişlerinin sağlanması yoluna
gidilmelidir.
13. Koruculuk sistemi, korucuları mağdur etmeyecek tedbirler
alınmak suretiyle bütünüyle tasfiye edilmeli; korucuların
ellerindeki silahlar geri alınmalı, yaşadıkları travmalar dikkate
alınarak rehabilitasyonları sağlanmalı ve emeklilik yaşını
doldurmamış olanlara alternatif istihdam imkânları yaratılmalıdır.
Son aylarda, bölgedeki bazı valiliklerce boşalan korucu kadrolarına
yeni atamalar yapılması, barış süreci açısından tedirginlik
yarattığından, boş kadrolara yapılan atamalar durdurulmalıdır.
14. Bölgede gerek güvenlik güçleri ve gerekse PKK tarafından
döşenmiş olan mayınlar ve çatışma/silah atıkları nedeniyle her yıl
çok sayıda çocuk, asker ve sivilin yaşamını kaybettiği ve
yaralandığı bilinmektedir. Köye dönüşler ile otlak ve meraların
kullanımının önünde de birer engel oluşturan bölgedeki mayınlar ve
silah atıklarının temizlenmesine bir an önce başlanmalıdır. Bu
çerçevede bir “Mayın Eylem Merkezi” oluşturulması yararlı
olacaktır. Mayın mağdurları özel engelli grubu olarak
değerlendirilmeli; mağdurlara, istihdam, eğitim, konut ve sağlık
gibi alanlarda öncelik ve ayrıcalık tanınmalıdır. Bunların yanı
sıra, Hükümet, Ottowa Sözleşmesi çerçevesindeki yükümlülüklerini
yerine getirmelidir.
15. 1980 askeri darbesi sonrasında tutuklulara yönelik insanlık
dışı muamelenin ve zulmün simgesi haline gelmiş olan Diyarbakır
Cezaevi, bir insan hakları müzesine dönüştürülmelidir.
16. Cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülere yönelik hak ihlallerinin
ortadan kaldırılması için çaba harcanmalı; özellikle çocuk
cezaevlerindeki taciz, tecavüz, işkence ve kötü muamele iddiaları
ciddi bir şekilde soruşturulmalı ve suçlular hakkında gerekli
işlemler hızla başlatılıp sonuçlandırılmalıdır.
17. Cezaevlerindeki ağır hasta tutuklu veya hükümlülerin
gelecekleri açısından önemli bir kurum olan Adli Tıp Kurumu’nun
bugüne kadar izlediği engelleyici, geciktirici ve menfi tutumun
iyileştirilmesi için gereken çaba harcanmalıdır
18. Son yıllarda hız verilen “karakol” ve “HES” yapımı bölgede
kaygıyla karşılanmaktadır. Yeni karakol ve HES yapımına son
verilmelidir. Özellikle Hasankeyf ’in dünya tarih mirasına
eklenmesi halinde baraj gelirini aşan ekonomik gelir elde edileceği
dikkate alınarak, en azından su tutma kodu düşürülmek suretiyle
Hasankeyf ve Dicle nehrindeki tarihi ve doğal zenginliklerin
kurtarılması düşünülmelidir.
19. Bölgenin ekonomik geri kalmışlık düzeyine paralel olarak,
bölgeye yönelik sosyal ve ekonomik yönden pozitif ayrımcı
politikalar izlenmelidir.
20. Çatışmalı süreç içerisinde yakınlarını kaybeden, evleri
yakılan, evinden ve köyünden koparılarak zorla göç ettirilen,
gözaltında taciz ve tecavüze uğrayan, her türlü şiddet ve insanlık
dışı muameleye maruz bırakılan kadınlar, bu sürecin en büyük
mağdurlarıdırlar. Kadınların yaşadıkları büyük mağduriyet ve
travmalar dikkate alınarak, onlara yönelik rehabilite edici özel
politikalar geliştirilmelidir. Kadınların eğitim ve istihdamının
sağlanması, sosyal ve ekonomik hayata katılımlarının
genişletilmesi, namus cinayetleri, zorla ve çocuk yaşta evlilikler
ile aile içi şiddetin engellenmesi amacıyla çok geniş kapsamlı,
uygulanabilir ve sürdürülebilir projeler hayata geçirilmelidir.
21. Çatışmalı sürecin olağanüstü hal şartlarında doğup büyüyen,
hayatlarını yoksulluk ve yoksunluk içerisinde geçiren, hayatın her
alanında şiddete maruz kalan ve şiddete tanıklık eden çocuk ve
gençlerin önemli bir kısmının hırsızlık, gasp, uyuşturucu ve fuhuş
bataklığına sürüklendiği ifade edilmektedir. Hükümet, çatışmalı
ortamın mağduru olan çocuk ve gençlerin eğitimi ve rehabilitasyonu
ile topluma kazandırılmaları amacıyla özel politikalar
geliştirmeli, acil tedbirler almalı ve somut adımlar atmalıdır.
22. Barış süreci, sadece Kürt meselesinin değil, bugüne kadar
dışlanmış ve ötekileştirilmiş bütün kesimlerin yaşadıkları kimlik
sorunlarının çözümünü hedefleyen bir anlayışla sürdürülmelidir. Bu
çerçevede, Alevi sorununun çözümü büyük önem taşımaktadır.
Alevilerin yaşadıkları sorunların çözümü amacıyla geçmiş yıllarda
gerçekleştirilmiş olan çalıştaylar dizisi, devletin ilk kez Alevi
kimliğini ve bu kimliğe mensup olanları muhatap alıp tanıması
bakımından olumlu bir gelişme olmuş- tur. Buna ilave olarak, Alevi
inanç ve kültürünün -eksik de olsa- ders kitaplarına girmesi, Alevi
klasiklerinin Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanması ve
Başbakanın “Dersim Katliamı”ndan dolayı özür dilemesi gibi olumlu
gelişmelere rağmen, Alevi sorunu hâlâ varlığını devam
ettirmektedir. Alevi kimliği alanında normalleşmenin sağlanabilmesi
için, Alevilerin inanç ve örgütlenme özgürlüğü güvence altına
alınmalı; cemevlerine statü tanınmalı, AİHM’nin zorunlu din kültürü
ve ahlak dersleri ile nüfus cüzdanlarındaki din hanesi hakkında
verdiği kararlar uygulanmalı, Madımak Oteli müze haline
getirilmeli, üçüncü köprü için öngörülen isim gözden geçirilmeli ve
özellikle de Alevilerin kamu bürokrasisinde karşı karşıya
kaldıkları ayrımcı muameleyle mücadele edilmelidir.
23. Bölgedeki Süryanilere, anadilde eğitim hakkı başta olmak üzere,
bütün kültürel kimlik hakları tanınmalı, uzun bir süredir yurt
dışında yaşayan ve vatandaşlıktan çıkarılan Süryanilerin
vatandaşlığa alınmaları için gereken kolaylıklar gösterilmeli ve
yurt dışındaki Süryanilerin kendi topraklarına dönebilmeleri için
gerekli koşullar yaratılmalıdır.
24. Bölgenin otokton halklarından olan Ezidilere yönelik kullanılan
ayrımcı ve nefret dilinin terk edilmesi, Ezidilere ait işgal
edilmiş arazilerin mülk sahiplerine iade edilmesi ve yurt dışındaki
Ezidilerin kendi topraklarına dönebilmeleri için gereken çaba
harcanmalıdır.
25. Bölgenin birçok ilinde yoğun bir nüfus barındıran Araplara
yönelik olarak özellikle tarih ders kitaplarında yer alan ayrımcı
ve tahkir edici ifade ve değerlendirmeler kaldırılmalı; Arapların
kendi anadillerinde eğitim görebilmeleri başta olmak üzere, bütün
kültürel kimlik hakları hukuki güvence altına alınmalıdır.
26. Bölgenin bir gerçekliği olan Hizbullah/Mustazaflar hareketinin,
kendisini şiddetten arındırıp sivil topluma ve demokratik siyasete
entegre olma çabalarının desteklenmesi ve teşvik edilmesi
gerekirken, legal sivil toplum faaliyetlerinin dahi terör eylemi
olarak değerlendirilip kimi üyelerinin terör örgütü üyeliği
suçlamasıyla mahkum edilmesi ve derneklerinin kapatılması, söz
konusu yapıyı kriminalize etmekten ve gerilimlere yol açmaktan
başka hiçbir sonuç doğurmamaktadır. Çözüm süreci bakımından bir
risk potansiyeli taşıyan bu olumsuz gelişmeler yetkililerce dikkate
alınmalı ve gereken hassasiyet gösterilmelidir.
7. Sonuç
Çözüm süreciyle sonuçlandırılması hedeflenen Kürt sorunu, Kürt
kimliğinin ret ve inkârının, Kürtlerin dışlayıcı ve ötekileştirici
bir siyasi/üst kimlik ekseninde asimile edilmeye çalışılmasının ve
Kürtlere yönelik baskıcı politikalar izlenmesinin yarattığı bir
sorundur. Yaklaşık bir asırlık tarihi derinliği olan bu sorun, çok
uzun bir dönem görmezlikten gelindi ve yönetilebilir bir sorun
olarak görülüp çözümü sürekli ertelendi. Ne var ki, çözümün
ertelenmesi, sorunun boyutlarını ve alanını genişletti, aktörlerin
sayısını arttırdı ve yarattığı maliyeti yükseltti.
Giderek yönetilebilir bir sorun olmaktan uzaklaşan ve karmaşık bir
hal alan bu sorunun çözü- mü doğrultusunda girişilen çözüm çabaları
bir şekilde sonuçsuz kaldı. Bugün Türkiye, önceki girişimlerle
karşılaştırılamayacak kadar ciddi ve büyük beklentiler doğuran bir
çözüm sürecini yaşamaktadır. Bir diğer ifadeyle, Türkiye, temel bir
sorunuyla yüzleşme cesaretini göstermekte; demokrasinin ve
özgürlüklerin alanını genişleterek bu sorununu çözmeye
çalışmaktadı
Kürt meselesinin getirdiği büyük maliyeti çok iyi bilen Türkiye
toplumu, bu sorunun çözülmesinin Türkiye’de toplumsal barışın
güçlenmesine, demokrasinin kökleşmesine, insan hakları
standartlarının yükselmesine ve ülkenin ekonomik performansının
kayda değer ölçüde büyümesine katkı sağlayacağının da farkındadır.
Bu yüzden de çözüm sürecine büyük destek vermekte ve geleceğe daha
fazla umutla bakmaktadır.
Yaşanmışlıklardan kaynaklanan nedenlerle çözüm sürecine en fazla
destek veren Güneydoğu’da, sürece yönelik umut ve beklenti düzeyi
çok yüksektir. Bununla birlikte, bölge insanı, tarihi tecrübelerin
yarattığı devlete yönelik derin güvensizlik hissi nedeniyle, çözüm
sürecine dair kaygılar da taşımaktadır. Kaygıların ana eksenini
ise, sürecin kesintiye uğraması oluşturmaktadır. Çözüm sürecinin
ilk günlerinde çok daha fazla olan bu endişelerin, sürecin bugüne
kadar başarılı ilerlemesiyle önemli ölçüde azaldığını ve
dikkatlerin artık Hükümetin demokratikleşme doğrultusunda
gerçekleştireceği kapsamlı reformlar üzerinde toplandığını
belirtmek gerekmektedir. Bu nedenle, Hükümetin, çözüme dair
kararlılığını bir kez daha vurgulayarak, sembolik değeri olan
adımları bir an önce atması ve yapacağı düzenlemeleri açıklaması,
hem sürecin zarar görmemesi hem de Hükümetin sürece ne ölçüde sahip
çıktığı konusunda var olan kuşkuları bertaraf etmek açısından büyük
önem taşımaktadır. Böylece, bir yandan çözüme dair umutlar diri
tutulacak, bir yandan da bütün bir toplumun sürece hazırlanması,
hatta katılımı sağlanmış olacaktır.
Kürt meselesinde ‘sorun,’ devletin Kürtlere
yönelik izlediği ret, inkâr ve asimilasyon politikaları olmakla
birlikte, ‘çözüm’, sadece bu politikaların terk
edilmesiyle sağlanacak gibi gözükmemektedir. Kürtler açısından
kalıcı bir çözüm için, siyasi ve hukuki sistemin, özgürlük ve
eşitlik temelinde adeta yeniden dizayn edilmesi şarttır. Bunun da
ciddi bir toplumsal uzlaşıyı gerektirdiği açıktır. Ne var ki, son
günlerde Gezi Parkı vesilesiyle yaşanan olaylar ya
da Alevilerin hak ve özgürlük talepleri üzerinden
toplumda yeni bir laik-dindar kırılması yaratılmak
istenmektedir. Çözüm sürecinin, bütün toplumu kuşatan kalıcı bir
barışla sonuçlanmasını riske sokacak bu tür toplumsal çatışmalara
izin vermemek ve farklı kesimlerin taleplerini gözeterek süreci
yürütmek gerekmektedir.
İŞTE 39 SAYFALIK GÜNEYDOĞU RAPORUNUN TÜM
DETAYI! DİĞER SAYFADA!
[PAGE]
İŞTE 39 SAYFALIK GÜNEYDOĞU RAPORUNUN TÜM
DETAYI!
Raporun giriş kısmında şu ifadeye yer veriliyor:
“Akil İnsanlar Heyeti Güneydoğu Grubu olarak, çalışmalarımız
boyunca Ankara’da ve bölgede bize her türlü lojistik destek ve
imkanı sağlayan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığına ve
gittiğimiz şehirlerdeki yerel yöneticilerimize; davetlerimize
icabet edip görüşlerini bizlerle paylaşarak bu Rapor’un ortaya
çıkmasını sağlayan tüm kişi ve kuruluşlara ve özellikle gönlünü
bizlere açan, büyük bir misafirperverlikle Heyetimizi ağırlayan
bütün Güneydoğu halkına teşekkür ediyor, bu çalışmaların ve
Rapor’un, sorunun çözümüne katkı sağlamasını diliyoruz.”
AKİL İNSANLAR HEYETİ GÜNEYDOĞU
RAPORU
1. Giriş
Türkiye, yıllardan beri süren ve yakın zamana kadar izlenen
politikalar nedeniyle çözümü gittikçe zorlaşan bir sorununu,
demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözmeye çalışmaktadır.
“Çözüm süreci” olarak adlandırılan ve toplumda
büyük bir heyecan yaratan bu süreç, sadece ilgili aktörlerin değil,
tüm toplumun gündemini en fazla işgal eden konu başlıklarından
birini oluşturmaktadır.
Birtakım kaygılı çevrelere rağmen, toplumun büyük çoğunluğunun,
daha önce hiç olmadığı kadar umutlu olduğu bir süreç
yaşanmaktadır.
Çünkü Kürt meselesinin barışçıl çözümünün,
Türkiye’nin demokratik düzeyini ve ekonomik performansını doğrudan
etkileyeceği düşünülmektedir.
Dahası, bu tarihi sorunun çözümü, merkezle çevre arasındaki
ayrışmanın giderilmesi ve tüm kimliksel kırılmaların tamiri ve
toplum olma yolunda ilerleme için de tarihi bir fırsat olarak
görülmektedir.
Çözüm sürecinin kalıcı bir barışla sonuçlanabilmesi amacıyla
geliştirilen önemli mekanizmalardan birisini de Akil İnsanlar
Heyeti oluşturmaktadır.
04 Nisan 2013 günü ilk toplantısını yapan Akil İnsanlar Heyeti,
fazla zaman kaybetmeden çalışmalarına başlamış ve yoğun bir
tempoyla, yaklaşık iki ay gibi kısa bir zaman içinde, tüm
Türkiye’yi dolaşarak, farklı kesimlerle görüşmeler yapmıştır.
Bu vesileyle, bir yandan toplumun bütün kesimlerinin çözüm sürecine
ilişkin görüş, öneri, beklenti ve kaygılarını tespit edebilme
imkânını bulmuş, diğer yandan da farklı toplumsal çevrelerin
birbirleriyle konuşup temas etmesine ve yüzleşmesine aracılık
etmiştir.
Akil İnsanlar Heyeti Güneydoğu Grubu da, 10 Nisan’da başladığı
ziyaret ve görüşmelerini 31 Mayıs’ta, iç değerlendirme ve
tartışmalarını da 14 Haziran’da tamamlayarak, gözlem, tespit,
analiz ve önerilerini elinizdeki bu raporda bir araya
getirmiştir.
Rapor’un ikinci bölümünde, Heyetimizin çalışmalarını sürdürürken
izlediği yöntem ele alınmıştır. Üçüncü bölümde, sorunun tarihsel
arka planına dair bir özet verilmiş, dördüncü bölümde ise
Güneydoğu’nun bugünkü durumunu sosyal, siyasal ve psikolojik açıdan
değerlendiren bir analiz yapılmıştır. Özellikle siyasi aktörlerin,
bundan sonra atacakları adımları sağlıklı bir şekilde
belirleyebilmelerine yardımcı olması umuduyla yer verilen ve bir
tür “zemin etüdü” olarak değerlendirilebilecek
olan bu iki bölümden sonra gelen beşinci bö- lümde, görüşülen kişi
ve kuruluşlarca Heyetimize aktarılan talep ve beklentiler; altıncı
bölümde ise, sorunun çözümü için yapılması gerekenlere dair
Heyetimizin önerileri tasnif edilerek sunulmuştur.
2. Metodoloji
Temel misyon ve
hedefler
Akil İnsanlar Heyeti Güneydoğu Grubu, 10 Nisan 2013 tarihinde
Diyarbakır’da ilk toplantısını yaparak, belirlediği misyon ve
hedeflerini, çalışma programı ve takvimini, faaliyet tarzını 11
Nisan günü Diyarbakır’da düzenlediği bir basın toplantısıyla
kamuoyuna açıklamıştır. Bu çerçevede Heyetimiz, bölgede yaşayan
insanların taleplerini derleyip Hükümet’e ve diğer komisyonlara
iletmeyi, aynı şekilde, diğer bölgelerin talep ve beklentilerini,
kaygılarını da Güneydoğu’ya taşımayı; böylece bölge halkının
taleplerinin karar alıcılara ve genel kamuoyuna iletilmesine
aracılık etmeyi kendisine temel misyon edinmiştir. Bununla, aynı
zamanda, bölgenin hem kendi içinde, hem de Türkiye ile konuşmasına
ve doğru anlaşılmasına katkı sağlamak hedeflenmiştir.
Çalışma usulü/ilkeleri
Heyetimiz, mümkün olduğu kadar görüşmeleri toplu halde yapmayı,
mecbur kalmadıkça, dağılıp bölünmemeyi tercih etmiştir. Zaman
darlığı dolayısıyla, ziyaret ve toplantılar, ağırlıklı olarak
illerle sınırlandırılmıştır.
İlk günden itibaren, tüm görüşmelerde, Batman Barosu Avukatlarından
Murat Çiçek, Raportör olarak Heyet’e eşlik ederek toplantı
tutanaklarını tutmuş, yazılı görüş ve talepleri dosyalamıştır. Yine
başından itibaren özel bir e-mail adresi (akilguneydogu@gmail.com)
oluşturulup duyurulmuş, bu adrese gelen görüş ve öneriler de tasnif
edilerek, Rapor’da değerlendirilmiştir.
Tüm görüşme ve toplantılar, medya haberdar edilerek yapılmış ve
istenildiğinde kendilerine açıklamalar yapılmıştır. Araç tahsisi,
konaklama ve toplantı için bir mekân belirlenmesi dışında
Valiliklerden herhangi bir talepte bulunulmamış, davetliler
doğrudan Heyetimiz tarafından belirlenmiştir. Bu faaliyetler
sürdürülürken, her şehrin sosyal, siyasal, ideolojik, etnik, dini
ve ekonomik haritası çıkarılarak tüm farklı kesimlerle buluşmak
için azami gayret sarf edilmiştir.
Çalışma takvimi
10-13 Nisan 2013 tarihleri arasında Diyarbakır, 17-18 Nisan’da
Mardin (Kızıltepe ve Nusaybin ilçeleriyle birlikte), 19-20 Nisan’da
Şırnak (Cizre ve Uludere/Roboski ile birlikte), 24-25 Nisan’da
Batman, 26-27 Nisan’da Siirt, 15 Mayıs’ta Kilis, 16-17 Mayıs’ta
Gaziantep ve Adıyaman, 18-19 Mayıs’ta da Şanlıurfa ziyaret
edilmiştir. 3 Mayıs günü Diyarbakır Cezaevinde bazı tutuklu ve
hükümlü siyasetçilerle görüşülmüş; 30-31 Mayıs’ta da, Diyarbakır’da
bölgeden bazı aydınlar ve kanaat önderleriyle birlikte
değerlendirme toplantısı yapılmıştır. Bu arada, aslen Güneydoğulu
olup halen Ankara’da ikamet eden ve uzun yıllardan beri Kürt siyasi
hayatının içinde olan bazı isimlerle de görüşülmüştür. Son olarak,
Heyet üyeleri 13-14 Haziran günlerinde İstanbul’da toplanarak, tüm
çalışmaları birlikte değerlendirmiş ve hazırlanacak raporun
çerçevesini ve muhtevasını belirlemişlerdir.
Çalışmaların/etkinliklerin
türü
Yürütülen faaliyetleri yedi grupta toplamak mümkündür:
1- Mağdur aile
ziyaretleri
Gerek devlet uygulamaları gerekse PKK eylemleri sonucu mağdur
olan kişi ve aileler ziyaret edilmiştir. Bu kapsamda bazı örnekler
şu şekilde sıralanabilir:
· Ceylan Önkol’un ailesi (2009 yılında askeri tatbikat esnasında
hayatını kaybetmişti),
· Murat İzol’un ailesi (2013’de polisten kaçarken Dicle nehrine
atlayarak hayatını kaybetmişti),
· Şerzan Kurt’un ailesi (Muğla’da öğrenci olaylarında polis kurşunu
ile hayatını kaybetmişti),
· Necdet Atalay’ın ailesi (Batman Belediye Başkanı, KCK
tutuklusu),
· Sedat Özevin’in ailesi (İnsan hakları aktivisti, 2010 yılında
PKK’nın döşediği mayına basma sonucu üç arkadaşı ile birlikte
hayatını kaybetmişti),
· Köyleri boşaltılmak ve yakılmak suretiyle zorunlu göçe maruz
bırakılan aileler,
· Evladını dağda kaybeden anneler,
· PKK saldırısı sonucu hayatını kaybeden asker ve polis
aileleri,
· Gülşah Olgaç ve ailesi (PKK’nın silahlı saldırısı sonucu üç
arkadaşını kaybedip kendisi sakat kalmıştı),
· Uğur Kaymaz’ın ailesi (2004 yılında hayatını polis kurşunları ile
kaybetmişti),
· Mehmet Sincar’ın eşi Cihan Sincar (DEP Milletvekili, 1993 yılında
faili meçhul cinayet sonucu öldürülmüştü).
2- Sorunla ilişkili sembolik değeri yüksek
yer/mekân ziyaretleri
Bu sorundan kaynaklanan çeşitli olaylara dair mekân ziyaretleri
gerçekleştirilmiştir. Esasen adli bir vaka olup koruculuk
sisteminin sonuçlarından biri olduğu düşünülen ve 44 kişinin
hayatını kaybettiği Mardin/Bilge köyü, askeri uçakların
bombardımanı sonucu 34 kişinin hayatını kaybettiği
Şırnak/Uludere/Roboski diye bilinen Gülyazı köyü, çok eskiden beri
öl- dürülen insanların bedenlerinin atıldığı, adeta toplu mezar
olarak kullanılan Siirt’teki Ka- saplar Deresi, bu kapsamda ziyaret
edilen yerlere örnek olarak gösterilebilir.
3- Çözüm sürecine desteklerinin kamuoyu ile paylaşılmasında fayda
görülen bölgesel/geleneksel kişi ve kurumları ziyaret
Çözüm sürecine dair görüş ve değerlendirmelerini almak amacıyla
Mardin’de Hacı Abdülkadir Timurağaoğlu, yine Mardin’de dini kanaat
önderlerinden Şeyh Selahaddin Seydaoğlu, Siirt’te de tarihi Tillo
medresesinin hocası Molla Burhaneddin Mücahidi ziyaret
edilmiştir.
4- Siyasi parti ziyaretleri
Siyasi partileri ziyaret, sembolik olarak sadece Diyarbakır’da
gerçekleştirilmiştir. Bu kap- samda AK Parti, BDP, CHP, Hak-Par ve
Hüda-Par ziyaret edilmiş, MHP’den ise olumsuz yanıt alınmıştır.
Zaman kısıtlılığı yüzünden diğer illerde siyasi parti ziyaretleri
yapılmamış- tır. Şanlıurfa’da ise CHP il Başkanı bir heyetle
grubumuzu ziyaret ederek sürece desteklerini açıklamıştır.
Protokol ziyaretlerinden kaçınılmış, bu nedenle Diyarbakır’da DTK
Eş Başkanları Ahmet Türk, Aysel Tuğluk ve Büyükşehir Belediye
Başkanı Osman Baydemir’le buluşma dışında Belediye veya Valiliklere
protokol ziyareti yapılmamıştır. Bununla birlikte, bazı illerde
valilerle görüşülmüştür.
5- STK temsilcileri ve kanaat önderleriyle
toplantılar
Gidilen her şehirde, mevcut meslek kuruluşlarının, sivil toplum
örgütlerinin, dini cemaatlerin/inanç gruplarının temsilcileriyle,
aydınlar ve kanaat önderleriyle toplantılar yapılmış- tır. Bazı
yerlerde bir toplantı yapılırken, kimi şehirlerde birkaç toplantı
düzenlenmiştir. Bu toplantıların katılımcıları, genellikle önceden
tarafımızca belirlenmiş ve davet edilmişlerdir. Bunların yanı sıra,
Diyarbakır’da kadın kuruluşlarıyla özel bir oturum yapılmış, Sur
Belediyesi bünyesinde faaliyet gösteren ve oldukça çoğulcu bir
yapısı olan Kırklar Meclisi ziyaret edilmiş,
Şanlıurfa’da Arap-Der ve Suriye Yardım Platformu ziyaret edilmiş ve
bir sanayi şehri olan Gaziantep’in iş dünyası kuruluşları ve
işadamlarıyla ayrı toplantılar düzenlenmiştir. Aynı şekilde,
Mardin’de, Mardin-Diyarbakır Süryani Metropoliti Salibe Özmen
ziyaret edilmiştir.
6- Halk
Buluşmaları/Ziyaretleri
Örgütlü yapılar dışında, sokaktaki insanın nabzını tutmak amacıyla
da bazı buluşmalar tertip edilmiş, esnaf ziyaretleri ve kahve
toplantıları yapılmıştır. Burada örgütsüz kitle ile buluşmaya azami
dikkat edildiğinden, birçoğu habersiz spontane ziyaretler ve
görüşmeler şeklinde olmuştur. Bu bağlamda, Diyarbakır’da var olan
tüm hemşeri dernekleri ile yapılan büyük bir toplantının yanı sıra,
Diyarbakır, Mardin (il merkezi, Nusaybin ve Kızıltepe ilçeleri),
Şırnak (il merkezi ve Cizre ilçesi), Batman, Siirt, Gaziantep ve
Şanlıurfa’da halk toplantıları veya kahve ve esnaf ziyaretleri
yapılmıştır.
7- Gençlik/Sanat Çevreleri
Buluşmaları
Heyetimiz üyesi Yılmaz Erdoğan’ın gençlik ve sanat çevreleriyle
buluşabilmesi için özel toplantılar düzenlenmiştir. Bu bağlamda
Mardin, Batman, Adıyaman, Şanlıurfa ve Şırnak’ta lise-üniversite
gençliği ve sanat çevreleriyle özel toplantılar tertip edilmiştir.
Bu toplantılara Heyet üyesi olarak sadece Yılmaz Erdoğan
katılmıştır.
8- Spesifik
Ziyaretler
Anılan kategorilere dâhil edilmeyecek veya farklı illerde tekrar
edilmeyen bazı ziyaretler ise şu şekilde özetlenebilir:
· Diyarbakır’da KCK davasından uzun süre tutuklu kalıp tahliye
edilmiş Belediye Başkanı ve diğer siyasetçilerle görüşülmüş; ayrıca
Diyarbakır cezaevleri ziyaret edilerek, seçilmiş milletvekili,
belediye başkanı, il genel meclisi üyelerinden oluşan toplam 15
kişiyle toplantı yapılmıştır.
· Faili meçhul cinayetlere ve kaybedilmiş kişilere ilişkin
yargılama faaliyetlerine dikkat çekmek amacıyla, Cemal Temizöz ve
arkadaşları davasının 3 Mayıs 2013 tarihli duruşması izlenmiş ve
ardından da basına açıklama yapılmıştır.
· Şırnak’ta altı korucu başı ile özel toplantı yapılmış; çözüm
sürecine dair görüşleri, talepleri ve kaygıları not edilmiştir.
· Mardin’de Artuklu Üniversitesi bünyesinde bulunan Yaşayan Diller
Enstitüsü ziyaret edilerek Kürtçe diline dair yapılan çalışmalar
hakkında bilgi alınmış; ayrıca öğrenci ve öğretim üyeleriyle bir
toplantı yapılmıştır.
· Gaziantep’te bulunan Gaziantep, Zirve ve Hasan Kalyoncu
Üniversitesi yöneticileri ve bazı öğretim üyeleriyle Gaziantep
Üniversitesinde bir araya gelinmiştir.
· Kilis Üniversitesinden bir grup akademisyen ile bir toplantı
gerçekleştirilmiştir.
· Mardin’de Diller ve Dinler Korosunun açılış konserine katılım
sağlanmıştır.
· Tüm il ziyaretleri bitirildikten sonra, Diyarbakır’da farklı
çevrelerden seçilmiş küçük bir grupla, bir bölgesel değerlendirme
toplantısı ve derinlikli istişareler yapılmıştır.
3. TARİHİ ARKA PLAN
3.1. Sorunun Adı
Uzun bir geçmişe sahip olmasına rağmen, farklı siyasi yaklaşımlar
yüzünden Türkiye’de bu soruna hâlâ ortak bir isim konulamamıştır.
Bugüne kadar devlet ve farklı politik çevreler, soruna değişik
isimler koymuşlar ve kendi tanımlamalarına göre de uygun çözüm
önerileri geliştirmişlerdir. İsimlendirme, Kürtler açısından, aynı
zamanda soruna yaklaşımı da ortaya koyduğundan, fazlasıyla
önemsenmektedir.
Bu çerçevede, Vilayat-ı Şarkiye ya da Şark Meselesi, Doğu Sorunu,
Güneydoğu Sorunu, Terör Sorunu, Kürt Sorunu, Kürt ve Kürdistan
Sorunu vb. bir dizi isim sayılabilir. Kuşkusuz bu tanımlamaların
hepsi, kendince ciddi politik değerlendirmelere ya da ön yargılara
dayanmaktadır. “Vilayat-ı Şarkiye, Şark ve Doğu
Sorunu” gibi coğrafyadan hareketle konulan isimler, esasen
Kürtlerin inkârına dayanmaktadır.
“Güneydoğu Sorunu” ise hem inkâra, hem coğrafyaya,
hem de ekonomik geri kalmışlığa, bölgeler arası kalkınmışlık ve
gelişmişlik farkına atıfta bulunmakta ve ekonomik sorunların
çözümüyle, bu problemin de ortadan kalkacağını ileri
sürmektedir.
Kürt siyasi elitlerine göre ise, sorun, başından itibaren Kürtlerin
varlıklarının inkârından ve dillerinin yasaklanmasından kaynaklanan
bir kimlik sorunudur ve o yüzden de “Kürt sorunu”
olarak adlandırılmalıdır. Kimliklerinin tanınmamasının yanı sıra,
sonradan dörde bölünmüş tarihi Kürdistan coğrafyasının her
parçasında Kürtlerin merkezi otorite ile yaşadıkları siyasi ve
idari sorunlardan hareketle “Kürt ve Kürdistan
sorunu” ismini daha doğru bulanlar da bulunmaktadır. Bütün
Kürtlerin birleşik Kürdistan’da kurulacak yeni bir ulus devlet
altında yaşamalarının, Kürtlerin hakkı olduğunu savunanlar da, aynı
şekilde, sorunu bir ulus/ülke sorunu olarak görmekte ve “Kürt ve
Kürdistan sorunu” terimini özellikle kullanmaktadırlar.
Yukarıda belirtilen tanımlamaların yanı sıra, Cumhuriyetin ilk
yıllarından itibaren, bu sorunu aynı zamanda bir asayiş ve güvenlik
sorunu olarak gören bürokratik elit, özellikle Kürdistan İşçi
Partisi (PKK)’nin 1984’te ilk silahlı eylemle
devreye girmesinden sonra, “terör sorunu”
terimini, yoğun ve yaygın biçimde sosyal, kültürel ve siyasal
alanda kullanıma sokmuştur. Günümüze kadar hegemonyasını sürdüren
bu yaklaşım, sorunun esas boyutlarını ciddi ölçüde gölgelemiş,
hatta adeta görünmez kılmıştır.
Bir sorunun kalıcı biçimde çözülebilmesinin ilk şartı, sağlıklı
teşhis ile doğru isimlendirilmesidir. Bunun için de, öncelikle bu
sorunun kökenlerini ve tüm boyutlarını bir arada değerlendirmek,
ana sorunu ortaya çıkaran problemlerle, ana sorunun sonuçları olan
problemleri ayrıştırmak gerekir. Bu bağlamda, sorunun çözümüne
yönelik olarak birtakım önemli düzenlemeler yapılmış ve ret, inkâr
ve asimilasyon politikalarını sonlandıracak bazı adımlar atılmış
olsa da, Kürt kimliğinin bütün unsurlarıyla birlikte tanınmış
olması için daha pek çok anayasal ve yasal reforma ihtiyaç
duyulması nedeniyle, sorun bir kimlik sorunu olma vasfını hâlâ
korumaktadır. Bu yüzden de “Kürt sorunu/meselesi”
terimi daha çok kullanılmaktadır.
3.2. Sorunun Temel Nedenleri, Önemli
Sonuçları
Türkiye’nin bugünlerde çözmeye çalıştığı sorunun geçmişi oldukça
eskidir. Yaklaşık bir asır önce, milliyetçi politikalar izlemeye
başlayan İttihatçıların mutlak iktidarı döneminde nüvelenen ve
Cumhuriyet’le birlikte şekillenen bir tarihi sorundan söz etmek
mümkündür.
Klasik Osmanlı yönetim anlayışı, bu tür sorun alanına yabancıydı.
Bünyesinde çok sayıda farklı etnik, dilsel ve kültürel topluluklar
barındıran Osmanlı İmparatorluğu, dini temelli olmayan bu tür
toplulukların kimliklerine müdahale etmeme ve bunların eş düzeyli
birlikteliğini sağlama doğrultusunda bir politika izlemekteydi.
Bundan da öte, klasik dönem içerisinde, kabaca Tuna’nın batısı ile
Fırat’ın doğusunda uygulanan adem-i merkeziyetçi bir yönetim
tarzıyla, bu bölgelerde yaşayan toplulukların kendi kendilerini
yönetmelerine imkân tanımaktaydı. Bu çerçevede Kürtler de, kendi
bölgelerinde özerk ya da yarı-özerk bir biçimde yönetilmekteydi.
Ancak 19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren uygulamaya konulan
güçlü merkeziyetçi politikalar nedeniyle ilk kez Osmanlı Devleti
ile Kürtler karşıya geldi ve aralarında bir siyasi gerilim doğdu.
19. yüzyıl boyunca yaşanan bu gerilimli ilişkide kimlik problemi
değil, merkezi otorite ile yerel otoritelerin, egemenliğin
paylaşımına ilişkin anlaşmazlıkları belirleyici oldu.
Çok kültürlü, çok dilli, çok dinli bir imparatorluğun bakiyesi
üzerine modern bir ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti
ise, Osmanlı’dan miras kalan heterojen kitleden homojen bir millet
ve vatandaşlar topluluğu yaratmak istedi. Siyasal bir üst kimlik
olarak kurgulanan vatandaşlık; etnik açıdan Türk soyuna, dinsel
açıdan sekülerize edilmiş İslam dinine, mezhepsel olarak Sünniliğe
ve Sünnilik içerisinde de Hanefiliğe dayandırıldı. Bunun doğal ve
kaçınılmaz sonucu olarak, Türk soyundan, İslam dininden, Sünni ve
Hanefi mezhebinden olmayanlar dışlandı ve ötekileştirildi. Bu
makbul vatandaşlık kategorisinin dışında kalanlar (gayrimüslimler,
Aleviler, Kürtler ve dindar Müslümanlar), muhayyel siyasi kimlik
etrafında asimile edilmeye ve şekillendirilmeye çalışıldılar. Bütün
bu kesimlere yönelik olarak sistematik baskıcı politikalar
uygulandı. Bu dönem içerisinde Kürtler, ret, inkâr ve asimilasyon
politikalarının yanı sıra, tehcir, tenkil ve tedip politikalarına
da maruz kaldılar.
Kürtler, bu politikalara tepki gösterince, ağır askeri
operasyonlarla isyanlar birbirini takip etti. Askeri tedbirlere
paralel olarak geliştirilen tehcir ve iskân politikalarıyla Kürtler
ülkenin değişik yerlerine sürgüne gönderildiler. Güvenlikçi
yaklaşım ve uygulamalar yıllarca sürdü ve devletle Kürtler
arasındaki ilişkiler büyük yaralar aldı. Artık Kürtlerin önemli bir
kısmının nazarında devlet, varlıklarını inkâr ederek kendilerine
her türlü zulmü reva gören bir baskıcı otorite, hatta bir kısmına
göre de düşmandı. Devlete göre ise, Kürtler, kendisine başkaldıran,
asi/eşkıya; bazı yönetici kadrolara göre ise, terbiye edilmesi,
modernleştirilmesi gereken gayri medeni unsurlardı.
Bu tarihi birikimin üstüne, 12 Eylül darbesinin uygulamaları da
eklenince, Kürt meselesinin, daha da karmaşık hale geldiğini ve
ülkenin son otuz yılına damgasını vuran mevcut boyutlara ulaştığını
belirtmek gerekir. Diyarbakır Cezaevinde binlerce tutukluya ve
yakınlarına yapılan baskı ve işkenceler, adeta bardağı bir kez daha
taşıran damla işlevi gördü ve bu uygulamalar, bir yandan neredeyse
her tahliye edilenin dağa çıkması sonucunu doğurdu, bir yandan da
Kürt meselesinin ciddi anlamda bir modern kimlik sorununa
dönüşmesini hızlandırdı. Yine 90’lı yıllarda işlenen ve hemen bir
tedbir alınmazsa bugünlerde birer birer zaman aşımına uğrayarak
dosyaları kapatılacak olan binlerce faili meçhul cinayetin
işlenmesi, aynı dönemde köylerin boşaltılması ve bir kısmının da
yakılmasıyla insanların iç göçe zorlanması, Kürtlerin zaten
yaşamakta olduğu toplumsal travmayı daha da derinleştirdi. 17
Temmuz 2004’te çıkarılan 5233 Sayılı “Terör ve Terörle Mücadeleden
Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun” ve benzeri
düzenlemeler, maalesef bu yaraları iyileştirme konusunda oldukça
yetersiz kaldılar.
3.3. Sorunun Maliyeti
Kürt sorunu, sadece Kürtlere değil, tüm topluma/ülkeye büyük
maliyetler getirdi. Kuşkusuz en ağır bedeli Kürtler ödedi; inkâr
edildiler, yok sayıldılar, dilleri yasaklandı, yer isimleri
değiştirildi, çocuklarına kendi dillerinde isim koyamadılar. Bunlar
yetmedi; yerlerinden yurtlarından zorla çıkarılarak adeta sürgün
edildiler, yoksul ve sahipsiz bir şekilde büyük kentlerin
varoşlarında kendi kaderleriyle baş başa bırakıldılar. Gidilen
yerlerde de işsizlik, fakirlik gibi insan onurunu en ağır şekilde
zedeleyecek sorunlar yaşadılar. Tüm bu politikalar, Kürtlerde
sosyal, ekonomik, kültürel ve psikolojik açıdan büyük yaralar açtı.
Şiddet ve baskılar arttıkça; ölü, yaralı, tutuklu ve dağa çıkan
kişi sayısı büyüdükçe, Kürtlerdeki travma daha da derinleşti.
Özellikle kendilerini “her şeylerini kaybetmiş bir nesil” olarak
gören genç kuşaklarda travma çok daha büyük boyutlara ulaştı.
Kürtlerdeki bu büyük travmanın altında yatan faktörlerin başında,
bu sorun yüzünden bugüne kadar yaşanan ölümler gelmektedir.
Cumhuriyet’in ilk 14 yılında yaşanan 21 isyan sırasında ölenlerin
sayısı 45 bini geçmektedir. Aynı şekilde, PKK ile mücadele
sırasında ölenlerin sayısı da 40 binin üzerindedir.
Öte yandan, “terörle mücadele”ye ayrılan kaynağın,
farklı hesaplamalara göre 150-400 milyar dolar aralığında değiştiği
ileri sürülmektedir. Yaygın kabul gören kanaate göre, bu rakam 300
mil- yar dolar civarındadır. Hatta hesaplanamayan maliyetle
birlikte düşünüldüğünde bu rakamın 1 trilyon dolar civarında olduğu
söylenmektedir. Bu rakamlara göre, Türkiye son 20 yılda “terörle
mücadele”ye her yıl yaklaşık minimum 15 milyar dolar kaynak ayırmak
durumunda kalmıştır. Ortaya çıkan böylesine ağır bir tablo, doğal
olarak bölge ve ülke ekonomisinin ağır yara almasına da yol
açmıştır.
Toplumsal ve ekonomik maliyetlerin yanı sıra, Kürt meselesi,
Türkiye’nin siyasi ve hukuki sistemini de yıllarca rehin almıştır.
Bu sorun yüzünden, ülke siyasi ve hukuki rejim açısından ikiye
bölünmüştür.
Kürtler, 1925’te Örfi İdare ile tanışmışlar; 1978-1987 yılları
arasında kesintisiz olarak sıkıyönetim, 1987-2002 yılları arasında
ise Olağanüstü Hal ile yönetilmişlerdir. Özetle, yaklaşık 25 yılı
aralıksız olmak üzere, onlarca yılı olağandışı yönetim sistemleri
altında geçirmişlerdir. Terörle Mücadele Kanunu başta olmak üzere,
ceza mevzuatında yapılan değişikliklerle, bu bölgede ayrı bir
hukuki rejim uygulanmıştır. Dahası, bu sorunun çözülmemesi
yüzünden, Türkiye demokrasisi askeri vesayetten kurtulamamıştır;
demokratikleşme programları bir türlü tam uygulanamamış, demokratik
reformlar beklenen ölçüde gerçekleştirilememiştir. Yapılmak istenen
demokratikleşme hamleleri ya da değişim/dönüşüm programları hep
bölünme tehdidiyle engellenmiştir.
Daha da uzatılabilecek bu ve benzeri nedenlerle, Kürt sorunu
sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, psikolojik, güvenlik vb.
boyutları olan karmaşık bir soruna dönüşmüştür. Dolayısıyla bir
çözüm projesinin ya da sürecinin kalıcı olabilmesi için tüm bu
boyutların dikkate alınması gerekmektedir.
3.4. Çözüm Girişimleri
Kürt sorununu ortaya çıkaran uygulamalar ve bu sorunun çözümüne
yönelik arayışlar, Tek Par ti dönemine, yani Cumhuriyet’in ilk
yıllarına kadar uzanmaktadır. Bu dönemde, devlet konuyla ilgili
birçok rapor hazırlatmıştır. Söz konusu raporların önemli bir
kısmı, sorunu bir güvenlik ve asayiş sorunu olarak görmüş ve bir
yandan askeri tedbirlerle Kürtlerin tedibini, diğer yandan da
inkâr, iskân, tehcir vb. politikalarla asimile edilip
Türkleştirilmelerini önermiştir.
Tek Parti dönemi uygulamaları, daha çok bu raporlara dayanılarak
gerçekleştirilmiştir. Demokrat Parti döneminde kimi uygulamalarda
kısmi bir yumuşama görülmüşse de, bu dönemde de sorun köklü bir
biçimde ele alınmamış; bunun yerine, Kürt aşiretlerinin veya dini
cemaatlerinin önder isimleri milletvekili adayı gösterilerek,
sadece Kürtlerle daha sıcak ilişkiler kurulması yoluna
gidilmiştir.
İlk kez, 1991’de Cumhurbaşkanı Turgut Özal
“Kürt meselesini mutlaka çözeceğim. Bu benim milletime
yapacağım son hizmet olacaktır” dedi. Özal’ın
arayışları sürerken, 1993’te Başbakan Süleyman Demirel ile Başbakan
Yardımcısı Erdal İnönü, Diyarbakır’da “Kürt realitesini
tanıyoruz”çıkışını yaptılar. Özal başta olmak üzere,
sorunun barışçıl çözümüne dair arayış ve girişimlere karşılık
olarak, PKK ilk kez 20 Mart 1993’te tek taraflı ateşkes ilan etti.
Aradan bir ay geçtikten sonra ateşkesi iki ay daha uzattı.
Bu açıklamadan iki gün sonra Cumhurbaşkanı Turgut Özal öldü;
Özal’ın ölmeden önce Kürt sorununun çözümü için önemli adımlar
attığı ve bu yüzden öldürüldüğü iddia edildi. Özal’ın ölümünden 40
gün sonra Bingöl’de 33 askerin kurşuna dizilmesiyle PKK’nın ilk
ateşkesi sona erdi.
Bundan sonraki yıllar, bölge açısından acıların, mağduriyetlerin ve
travmaların yoğun olarak yaşandığı ve Kürt meselesinin çözüm
umutlarının tükendiği karanlık bir dönem oldu. Düşük yoğunluklu
savaş stratejisi derinleştirilerek uygulamaya sokuldu; devletin
ideolojik ve cebir aygıtları güvenlikçi politikalar ekseninde
kullanıldı. Devlet, rutinin dışına çıkarak, faili meçhul
cinayetlerde, yargısız infazlarda bulundu; binlerce köyü boşalttı,
bunlardan bir kısmını yaktı ve yüzbinlerce insanı kitlesel göçe
zorladı.
Bu dönem içerisinde, gözaltına almalar, tutuklamalar,
mahkûmiyetler, işkenceler ve her türlü insanlık dışı muameleler,
bir devlet politikası olarak uygulandı. Kürt siyasetçilere,
aydınlara, gazetecilere, sendikacılara, işadamlarına yönelik
saldırılar ve infazlar gerçekleştirildi; parti ve gazete büroları
hedef alındı. Kürt meselesinin demokratik zeminde çözümünü isteyen
siyasi partiler kapatıldı. Devlet içerisinde çözüm taraftarı
olanlar (Turgut Özal, Adnan Kahveci, Org. Eşref Bitlis,
Tuğgeneral Bahtiyar Aydın vb.) bir şekilde tasfiye
edildi. DEP’li milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı ve
TBMM’den sürüklenerek gözaltına alındılar, ardından da cezaevine
gönderildiler.
1996-1997’de Başbakan Necmettin Erbakan, çözüme dair niyetini
dillendirdi; Mesut Yılmaz “AB’nin yolu Diyarbakır’dan
geçer” diyerek, AB üyeliği için bu sorunun çözülmesi
gereğine işaret etti. Ama tüm bu girişimler, ciddi saldırı ve
siyasi operasyonlarla sonuçsuz bırakıldı. Barışçıl çözüm yanlısı ya
da bu sorunun çözümü için çaba gösteren siyasetçilerin,
bürokratların, gazetecilerin, hatta as- kerlerin başlarına
gelenler, muhtemel çözüm girişimlerinin önünü kesti.
1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan yakalanarak Türkiye’ye teslim
edildi. Bundan sonra PKK tarafından çeşitli zamanlarda yine tek
taraflı ateşkesler ilan edildi; barış ve demokratik çözüm talepleri
dillendirildi ve hatta sınır dışına çekilme kararları alındı. Ancak
bu fırsatlar değerlendirilmediği gibi, bazen de tam tersine kötüye
kullanıldı. Örneğin, 1999 yılında, Abdullah Öcalan’ın çağrısı
üzerine yurt içindeki PKK’lıların sınır dışına çekilmesi esnasında
askeri operasyon yapıldı ve yaklaşık beş yüz örgüt mensubu
öldürüldü.
3.5. AK Parti ve Kürt
Sorunu
Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidar olan Adalet ve Kalkınma
Partisi (AK Parti)’nin ilk iktidar yıllarında Avrupa Birliği
(AB)’ne tam üyelik için müzakerelere başlamak çok önemli bir
hedefti. Bu çerçevede, Kopenhag Siyasi Kriterlerini karşılamak
amacıyla bir dizi reform yapıldı. Olağanüstü Hal’in kaldırılması,
gözaltı sürelerinin kısaltılması, DGM’lerin kaldırılması, çocuklara
Kürtçe isim koymanın önünün açılması, Kürtçe yayın yapmanın serbest
bırakılması, özel kurslarda Kürtçe öğrenmenin mümkün kılınması gibi
Kürtçeye yönelik yasakların tedricen kaldırılması, köy boşaltma ve
faili meçhul cinayetlerden doğan zararların tazmini vb. reformların
çok önemli bir kısmı, doğrudan ya da dolaylı olarak Kürt sorunuyla
ilgiliydi. Bu reformlar ve AK Parti kadrolarının siyasi geçmişleri
ve kökenleri, Kürtlerde çözüm umutlarının yeşermesine ve AK
Parti’nin ciddi ölçüde desteklenmesine yol açtı.
Ağustos 2005’te, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ankara’da
aydınlarla görüşmesi ve ardından Diyarbakır’da halka hitaben
yaptığı konuşma, sadece Kürtler arasında değil, ulusal ve
uluslararası kamuoyunda da yankı buldu. Çünkü ilk kez bir Başbakan,
siyasi çerçevesi çizilmiş bir konuşma ile doğrudan “Kürt sorunu”
diyor ve bu sorunun kendi sorunu olduğunu ilan ediyordu. Daha
önemlisi, Erdoğan, bu konuşmasında “…Her ülke geçmişinde zor günler
yaşamıştır. Geçmişte yapılan hataları yok saymak büyük devletlere
asla yakışmaz.” diyerek geçmişle yüzleşmeden söz ediyor ve sorunu,
daha çok demokrasi, daha çok vatandaşlık hukuku, daha çok refahla
çözeceklerini vurguluyordu.
Bu konuşmayla artık devlet “Kürt sorunu”nun varlığını kabul ve
ikrar ediyordu. Ancak bu konuşma, Kürtler ve çözüm yanlısı
çevrelerde nasıl olumlu tepkilere yol açtıysa, milliyetçi/ulusalcı
ke- simlerde de olumsuz ve sert tepkilere neden oldu. Dolayısıyla
bu konuşmanın gereği olan adımlar kısa sürede atılmadı. Dahası,
takip eden yıllarda, Terörle Mücadele Kanunu ve Polis Vazife ve
Salahiyetleri Kanunu başta olmak üzere, ceza mevzuatında hak ve
özgürlükleri kısıtlayıcı, geri adım sayılabilecek düzenlemelere
gidildi; reformlar da adeta durma noktasına geldi.
3.6. 2009 Açılım
Süreci
2009 yılında, AK Parti iktidarı bu defa “Kürt Açılımı” düşüncesini
kamuoyunun gündemine getirdi. Bu girişim, Kürt sorununun bütün
boyutlarıyla genişçe tartışılmasını ve bir bakıma
toplumsallaşmasını sağladı. AK Parti, somut bir çözüm projesi
önermiyor, tam tersine, herkesin düşüncesini ortaya koymasını ve
birlikte bir çözüm politikası geliştirmeyi tercih ediyordu. Ancak
bu girişime yönelik tepkiler dolayısıyla kısa sürede isim
değişikliğine gidildi ve önce “Demokratik Açılım”,
daha sonra ise “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”
ismi kullanıldı. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın
Koordinatörlüğünde yürütülen bu süreçte, siyasi partilerle
arzulanan ölçüde temas ve işbirliği sağlanamadı ancak meslek
kuruluşlarıyla, STK’larla, üniversitelerle, medyayla, kanaat
önderleri ve aydınlarla uzun görüşmeler yapıldı.
Hükümet, söyleyecek sözü olan herkesi dinlemeye çalıştı. Bu
süreçte, bir yandan TBMM’de ilk kez özel bir oturumla bu sorun ve
çözümü tartışmaya açıldı, bir yandan da bir grup PKK mensubunun ve
Irak Kürdistan’ındaki Mahmur Kampından bazı mültecilerin Türkiye’ye
gelmesi planlandı. 8’i Kandil’den, 26’sı Mahmur Kampından olmak
üzere toplam 34 kişilik grubun Habur sınır kapısından girişi
sonrasında yapılan karşılama ve sevinç gösterileri, ülkenin geri
kalanında da karşıt gösteriler yapılmasına yol açtı.
Bununla birlikte, 2009’da başlayan açılım sürecine en büyük
darbeyi, KCK operasyonları kapsamında, çok sayıda siyasetçi,
sendikacı, STK temsilcisi vb. kişilerin tutuklanması vurdu.
Özellikle Diyarbakır’da aralarında belediye başkanlarının da
bulunduğu çok sayıda siyasetçinin gece yarısı baskınlarıyla
gözaltına alınıp elleri kelepçeli olarak adliyeye getirilmesi ve
akabinde tutuklanması, sorunun çözümünden yana umutsuzluğa yol
açtı. Yargılamaların başlamasından sonra günde- me gelen anadilde
savunma sorunu ve tutukluluk sürelerinin sürekli uzatılması gibi
uygulamalar umutları yerle bir etti. Öcalan’la ve
PKK yöneticileriyle görüşmeler sürdürülürken, aynı
zamanda, BDP yöneticilerine, BDP’ye yakın olduğu
düşünülen STK yöneticilerine yönelik yaygın operas- yonlar ve
tutuklamalar, var olan güvensizliğin daha da derinleşmesine neden
oldu.
Bütün bu olumsuz gelişmelerin yanı sıra, bu dönem içerisinde TRT’de
24 saat yayın yapan bir kanalın (TRT Şeş)
açılması, lisans ve lisansüstü seviyede Kürtçe dil eğitiminin
üniversitelerce verilmeye başlanması ve cezaevlerinde Kürtçe
konuşmanın önündeki engellerin kaldırılması gibi adımların
atılmasına da devam edildi.
3.7. Oslo Süreci
Açılım politikalarını mümkün kılan asıl çalışma ise, devletin
kapalı kapılar ardında MİT aracılığıyla Öcalan’la
ve PKK ile sürdürdüğü ve daha sonra kamuoyuna “Oslo
Süreci” adıyla yansıyan görüşmeler oldu. Oslo süreci,
devletin PKK ile görüşmesini normalleştirmenin yanında, tarafların
birbirlerini tanımalarını ve taleplerini öğrenmelerini de sağladı.
Aslında bugünlerde yaşanan son çözüm/barış süreci de, yeni başlayan
bir süreç olmaktan çok, Oslo’nun sağladığı deneyim ve birikimin
üzerine bina edilen bir süreçtir. Bir başka ifadeyle, bugün eğer
çözüm süreci başarılı bir biçimde yürüyorsa, bunda, Oslo süreci
tecrübesinin büyük bir pay ve etki sahibi olduğunu ifade etmek
gerekir.
Oslo sürecinin kesintiye uğramasından bir süre sonra, yapılan
görüşmelerden birinin ses kayıtları internete düştü ve böylece,
devletin PKK ve Öcalan’la doğrudan muhatap olması ilk kez aleniyet
kazandı. Toplum bu görüşmelerden haberdar olduğunda büyük tepki
vermedi ancak devlet içinde bu girişimlerden rahatsızlık duyanlar
oldu. Bu bağlamda, 7 Şubat 2012 günü Oslo görüşmelerini yapan MİT
Müsteşarı Hakan Fidan ve MİT’in eski yöneticileri gözaltına alınmak
istendi.
Bu dönem boyunca, PKK eylemlerin, devlet de askeri operasyonların
dozunu iyice arttırdı. Ancak 2012’nin sonlarına gelindiğinde ne
PKK, ilan ettiği “Devrimci Halk Savaşı”nı başlatabilmişti, ne de
devlet PKK’yı imha edebilmişti. Tam da bu dönemde, PKK ve KCK
davalarından cezaevlerinde yatmakta olan yüzlerce kişi önce açlık
grevine, sonra bazıları ölüm orucu eylemlerine girerek, Öcalan
üzerindeki tecridin kaldırılmasını ve anadilde savunma hakkı
istediler. Uzunca bir aradan sonra, Öcalan’la yeniden temas kuruldu
ve yaptığı çağrı üzerine tutuklu ve hükümlüler eylemlerine son
verdiler. Bundan kısa bir süre sonra da Başbakan Erdoğan,
“Gerekirse, devletin Öcalan’la yeniden görüşebileceğini” açıkladı.
MİT-Öcalan görüşmelerinin bir aşamaya gelmesinin
ardın- dan, 3 Ocak 2013 günü iki milletvekili (Ahmet Türk ve Ayla
Akat Ata), İmralı’ya giderek Öcalan’la görüştüler.
3.8. Son Çözüm Süreci
Milletvekillerinin İmralı’da Öcalan’la görüşmeleriyle, son çözüm
süreci ilan edilerek başlatılmış oldu. Bir süre sonra, 23 Şubat
2013 günü, Pervin Buldan, Altan Tan ve Sırrı Süreyya Önder’den
oluşan üç kişilik milletvekili heyeti İmralı’ya gitti. Ardından BDP
yetkilileri, Federe Kürdistan Bölgesinde ve Avrupa’da PKK ve KCK
yetkilileriyle bir araya geldiler. 18 Mart günü BDP Eş Başkanı
Selahattin Demirtaş, Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder’den
oluşan bir diğer heyet daha Öcalan’la görüştü. Bu yoğun görüşme
trafiğinin ardından, Öcalan Kandil’e, Avrupa’ya ve Ankara’ya
hitaben yazdığı mektupları resmi yetkililer aracılığıyla gönderdi.
Kürt tarafının kendi içinde yaptığı tartışmalardan sonra, nihayet
Öcalan, 21 Mart Diyarbakır Nevruz töreninde okunan önemli çağrısını
yaptı. Diyarbakır Nevruz’unda yüzbinlere okunan mesajında, “Bizi
bölmek ve çatıştırmak isteyenlere karşı bütünleşeceğiz. Ayrıştırmak
isteyenlere karşı birleşeceğiz” ifadelerini kullanan Öcalan esasen
şu mesajı verdi: “… ‘Artık silahlar sussun, fikirler ve
siyasetler konuşsun’ noktasına geldik. (...) artık yeni bir dönem
başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı
unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına
gelinmiştir...”
Bu çağrıya Kandil, kısa sürede olumlu cevap verdi ve önce Öcalan’ın
çağrısına aynen uyacaklarını, birkaç gün sonra da ateşkes ilan
edeceklerini ve alıkoydukları kamu görevlilerini serbest
bırakacaklarını duyurdu. Yaklaşık bir ay sonra, yine Öcalan’ın
talebi üzerine, Kandil, 8 Mayıs’tan itibaren kademeli olarak
silahlı güçlerini geri çekmeye başlayacağını kamuoyuna ilan etti.
Taraflar arasındaki güven ilişkisinin pekiştirilmesine katkı sunan
bu adımların, aynı zamanda mevcut “negatif barış”ın
(çatışmasızlığın) kalıcı barışa evrilmesine de hizmet edeceği
açıktır.
3.9. Akil İnsanlar
Heyeti
Çatışmaların çözümü süreçlerinde ara roller oynayacak üçüncü
aktörlere genellikle ihtiyaç duyulmaktadır. Nitekim bu amaçla
Türkiye’de de zaman zaman birtakım komisyonlar kurulması gündeme
getirilmiştir. Bu çerçevede, aydınlar, akademisyenler, sanatçılar
ve STK temsilcilerinden oluşturulan 63 kişilik Akil İnsanlar
Heyeti, 4 Nisan 2013 günü İstanbul’da Başbakan Erdoğan’ın
başkanlığında ve ilgili bakan, milletvekili ve bürokratların da
katılımıyla ilk toplantısını yapmıştır. Heyet’in esas olarak
toplumu çözüm sürecine hazırlama ve farklı kesimlerin talep ve
beklentilerini, kaygılarını karar alıcılara taşıma işlevini görmesi
öngörülmüştür. Toplantıda Başbakan Erdoğan’ın, Heyet’in AK Parti ya
da Hükümet adına değil, tamamen bağımsız çalışması gerektiğine
vurgu yapması, Heyet’ten beklentileri de artırmıştır. Bunun yanı
sıra, AK Parti, Meclis’te bir araştırma komisyonu kurulması için
önerge vermiş, ancak CHP ve MHP bu komisyona üye vermeyeceklerini
açıklamışlardır. Her şeye rağmen, TBMM Çözüm Sürecini Değerlendirme
Komisyonunun kurulması, çözüm sürecinin başarısı açısından çok
önemli bir adım olmuştur.
GÜNEYDOĞU'NUN SOSYAL, SİYASAL VE
PSİKOLOJİK
DURUMU NE? DİĞER
SAYFADA
[PAGE]
4. GÜNEYDOĞU'DA
SOSYAL, SİYASAL VE PSİKOLOJİK DURUM
4.1. Genel
Değerlendirme
Çözüm sürecinin Güneydoğu’da en yaygın ve bariz etkisinin,
yarattığı sürpriz olduğu söylenebilir. PKK tabanı başta olmak
üzere, İslami ve etnik grupların, Oslo sürecinin çökmesinin ve
hükümetin dilinin yeniden sertleşmesinin ardından, böyle bir
açılımı öngöremedikleri anlaşılmaktadır. Ancak daha da derinde
yatan asıl mesele, bölgenin otuz yıl boyunca savaş atmosferine
muhatap olması ve giderek bu atmosferi kalıcı varsayan bir siyasi
algı ve analize saplanmasıdır. Öyle ki, durumun esasta
değişmeyeceği varsayımı, herkesin zihninde güçlü bir yer
edinmiştir. Yaşanmakta olan süreç, bir anda yeni bir dünyanın
kurulacağını ima ederken, tüm kesimleri de bu dünyanın paydaşları
olmada yetersiz bırakmaktadır.
Şu husus, temel bir tespit olarak ortaya konabilir: Güneydoğu’da
hangi kimlikten veya ideolojiden olursa olsun, herkes barış
sürecinden yanadır ve bunu zihniyet olarak desteklemektedir. Ancak
yine hemen herkes, barışın getireceği yeni düzene nasıl adapte
olacağı ve diğer aktörlerin nasıl davranacağı konusunda endişe ve
tereddütlere sahiptir. Öte yandan, bu endişeler kırılmalara değil,
yeni bir konuşma/paylaşma kültürüne gönderme yapmaktadır. Sonuçta,
Güneydoğu için “barış”, günlük hayatı yeni baştan kurgulayacak reel
ve radikal bir dönüşüm anlamına gelmekte ve büyük bir umut ve coşku
ile karşılanmaktadır. Dolayısıyla Kürtler, ülkenin batısında
yaşanan “ayrılma” ve “bölünme” tartışmalarını yadırgamaktadırlar.
Nitekim uzun toplantılarımızda konuşulmayan belki de tek şey
bayrak, sınır, bölünme ve benzeri konular olmuştur.
Savaş atmosferinin hâkim olduğu otuz yıllık süreçte
Güneydoğu’nun yoğun çatışmalı bölgelerinin siyasi yapısını en
azından dört eğilimle özetlemek mümkündür:
1) Kamusal alanın daralması,
2) Daralan kamusal alanın neredeyse tümüyle PKK hâkimiyetinde
olması,
3) PKK dışı siyasi unsurların kendi köşelerine çekilmesi ve
sosyal alanda faaliyet göstererek ayakta kalmaları ve
4) Kimi örgütlenmelerde PKK’nın örnek alınması.
Bu son madde, dar ve homojen grupların hiyerarşik temelde
kurumsallaştığını söylemektedir. Bir başka anlatımla, varlığını
koruma güdüsü, PKK dışındaki alanda kendiliğinden bir parçalanma
ile sonuçlanmıştır. Örneğin, bugün Urfa’da İslami kimliği öne
çıkaran yaklaşık yüz elli civarında sivil toplum örgütü
bulunmaktadır ve her biri, çok spesifik bir sosyo-kültürel işlev
üstlenmekle birlikte, aslında siyasi nitelikte yapılanmalardır.
Söz konusu savaş atmosferinin ürettiği en önemli sonuçlardan biri
ise, istisnasız bütün toplumsal grupların devlet referansı ile
düşünmeye alışmış olmalarıdır. Devlet sadece PKK için değil, herkes
için bir sistematik kötü niyet ve zulüm aktörü olarak
cisimleşmiştir.
Asker ve polis bir “toplumsal düşman”, en iyi
haliyle “güvenilmez bir yabancı” olarak zihinlere
yerleşmiştir. Son dönemlerde olumlu örnekler görülmekle birlikte,
özellikle bölgedeki mülki amirler de, doğrudan “devlet”in insan
suretinde tecelli etmiş hali olarak algılanmaktadırlar. Bu durumun
çözüm süreci açısından önemli bir handikabı bulunmaktadır: İnsanlar
çözüme ilişkin analizlerinde referanslarını devlet- ten hükümete ve
siyasete dönüştürmekte zorlanmakta ve devlete olan yoğun
güvensizlik, bugün hükümete ve sürece olan güvensizlik olarak
şekillenebilmektedir.
Diğer taraftan, aynı otuz yıllık süreçte, dışarıdan fark edilmeyen
ve şimdi barış açısından çok büyük katkı sağlayacak bir dinamik de
söz konusudur. Parçalı yapıda olan İslami oluşumlarda kendini bir
tür “azınlık” olarak görme ve dolayısıyla kamusal
alanda başkalarıyla birlikte yaşama kültürüne hazır olma hali
yeşermiştir. Bunun AK Parti’nin iktidarındaki son on yılda ortaya
çıkan ve pekişen bir eğilim olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü
yapılan reformlar ve atılan demokratikleşme adımları, bölgede
siyasi normları ve referansları yükseltmiştir. Nitekim bugün Kürt
siyasetinin aktörleri, daha ziyade eşitlik ve özgürlük taleplerini
seslendirirlerken, diğer bütün aktörler katılımcılığı öne
çıkarmaktadırlar.
Dolayısıyla asıl soru, bir süreden beri kamusal hâkimiyetini
sürdürmüş olan BDP/PKK siyasetinin, şimdi gerçek bir katılımcı
modele ne denli hazır olduğu noktasında kilitlenmektedir. Son
dönemlerde Dicle Üniversitesi öğrencileri arasında yaşanan olaylar,
bunun reel bir sorun olduğunu ortaya koymaktadır. Bu bağlamda,
barış sürecinin Kürt siyaseti içinde de bir adaptasyon dinamiğini
ifade ettiğini ve özellikle genç kuşakların buna pek hazır
olmadıklarını vurgulamak gerekmektedir. Göründüğü kadarıyla, bugün
o cenahta en sağduyulu odak BDP merkezi olup, il/ilçe
teşkilatlarına gidildikçe radikalizm artmaktadır. BDP/PKK
siyasetini bir bütün olarak bir arada tutan ise, tartışmasız
şekilde Öcalan’dır.
Barışla beraber gelecek yeni düzenin, daha önce zikredilen dört
tespiti şimdiden tersine çevirmek üzere olduğu söylenebilir.
Kamusal alan genişlemekte, PKK hâkimiyeti azalmakta, diğer aktörler
büyük bir enerjiyle sahaya çıkmakta ve siyasetin referansları hızla
demokratik normlara doğru kaymaktadır.
Bu süreçte, BDP/PKK çizgisindeki Kürt siyaseti ile diğer aktörler
arasında, kaygılar açısından bir farklılaşma oluşmuş durumdadır.
Örneğin BDP/PKK siyaseti için iki önemli kaygı öne çıkmaktadır:
“Acaba devlet bizi kandırıyor mu? Ve silah
bırakıldığında hâlâ bir siyasi güç olabilecek miyiz?”
Birinci kaygıyı işlevsiz bırakan Öcalan’ın net tutumudur.
Ancak ikincisi, ucu açık bir duruma işaret etmektedir. Bu
çerçevede, uzun zaman çatışma siyaseti içinde normatif/ideolojik
söylemi yücelterek çıta yükseltmiş bir örgütün, yeni durumda gerçek
anlamda eşitlikçi bir yerel siyasi ortamda tatminsizlikler
yaşayacağı, bunun kamusal alana yansıyabileceği hesap edilmelidir.
Nitekim BDP/PKK dışındaki grupların da temel endişesi bu noktada
yoğunlaşmaktadır. Öyle ki, onlar için “siyaset”, Kürtlerin
haklarının elde edilmesi kadar, aynı zamanda, PKK’nın nasıl
demokratikleşeceği meselesidir.
Nihayet herkesi kuşatan bir diğer endişe ise, barış sürecinin bir
biçimde kesintiye uğrama ihtimalidir. Hatta bunun son kertede en
önemli endişe olduğu söylenebilir. Çünkü bölge insanı, kendi içinde
eninde sonunda demokratik nizamı kuracağına büyük bir inanç
beslerken, dışarıdan gelebilecek baltalamalar karşısında aciz
kalacağını düşünmektedir. Bu bağlamda, özellikle Suriye meselesi
çok ön planda yer almakta ve başlı başına bir tehdit olarak
algılanmaktadır.
Aynı şekilde, hemen herkes, Alevilerin haklarının
verilmesini de Kürt meselesinde barışın sağlanmasının koşullarından
biri olarak görmektedir. Aksi halde, bunun hem bir tutarsızlık
olacağı, hem de sürecin önüne hakiki bir siyasi engel olarak
dikileceği vurgulanmaktadır.
Oluşacak yeni kamusal alanın, çok aktörlü olacağı ve karmaşık
ilişkiler ve koalisyonlar üretmeye eğilim göstereceği söylenebilir.
Çatışma kültürünün, yerini hızla diyalog mekanizmalarına terk
etmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Güneydoğu, demokrasiden uzak
kalmanın bedelini gündelik hayatta ağır bir biçimde ödediği için,
barışa psikolojik olarak fazlasıyla hazır durumdadır. Ancak PKK ile
Mustazaflar Hareketi (Hizbullah) arasında kritik bir gerilim
ihtimali de söz konusudur.
Öte yandan, bölgede sosyolojik karşılıkları küçük olsa da,
entelektüel kapasiteleri açısından bunlar kadar hatta belki
bunlardan da önemli unsurlar bulunmakta ve bunların aktörleşmesi
önem arz etmektedir. Örneğin, aralarında federasyonu savunanların
da bulunduğu liberal/demokratlar, PKK dışındaki sosyalistler,
Hizbullah dışındaki radikal İslami gruplar, ciddi toplumsal tabanı
olan geleneksel dini cemaatler bu meyanda sayılabilir. Ne var ki,
her iki örgütte de geçerli olan iç insicam, mobilizasyon gücü ve
şiddete eğilim Mustazaflar hareketi ile PKK arasındaki gerilimi ön
plana çıkarmaktadır. Bu iki örgüt arasında üst kademelerde görüşme
kanalları açık olmakla birlikte, bunun her iki tarafta da alt
kadrolara yansıtılmasında sorunlar olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca
barış süreci PKK ile hükümet arasında bir iletişim kanalı açarken,
Mustazafların halen devlet tarafından dışlanması, bu grupta hem
öfke birikimine neden olmakta hem de muhtemel bir yerel barış için
risk oluşturmaktadır.
Diğer taraftan, İslami kesimin kendi içinde barışık olduğunu
varsaymak da çok gerçekçi değildir. Hizbullah hareketinin bir
yandan kolayca yeniden şiddete eğilim gösterme ihtimalinden
ürküldüğü gibi, o yönden gelecek bir baskı ortamının da diğer
İslami gruplarda endişeye neden olduğunun altını çizmek
gerekmektedir.
4.2. Gözlemler
Bu genel ve özet değerlendirmeden sonra, kalıcı bir çözüm için
mevcut siyasi ve toplumsal duru- mu ortaya koymaya yarayacak
birtakım gözlemleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
4.2.1 Genel
1. Farklı ideolojik kimlikler çok benzer bir dille konuşmakta
ve haklar konusunda aynı değerlendirmeleri yaparak aynı talepleri
öne sürmektedirler. Bu, bölge için yeni bir durumdur.
2. Bölgedeki Kürtlerde, eşit ve özgür vatandaşlar olarak
Türkiye ortak vatanında barış içerisinde birlikte yaşamadan yana
çok güçlü bir irade mevcuttur. Bu eğilim, kalıcı barışın temini
için önemli bir veri oluşturmaktadır.
3. Sürece toplumsal destek yüzde yüze yakın olup, dile
getirilen endişeler, sürecin varlığından ziyade sürecin durma
ihtimalinden kaynaklanmaktadır.
4. Ortak hissiyatlardan biri sabırsızlıktır. Sürecin hızlı
ilerlemesi konusunda ortak bir heyecan ve acelecilik her yerde
gözlenmektedir.
5. Devletin bir aktör olarak abartılması epeyce yaygın olup, bu
durum, hükümetin iradesi ve gücü hakkında soru işaretleri
yaratmaktadır.
6. Hükümetin iyileştirici adımlarının bürokratik dirençle
saptırıldığı ve engellendiği inancı çok yaygın olup, bu alanda
herkesin anlatacağı örnekler bulunmaktadır. Yıllar boyu süren
sürgün atamalar, bölge halkı ile devlet arasındaki bozuk ilişkiyi
son derece derinleştirmiş durumdadır.
7. Hükümetin “samimiyeti” sorgulanan bir konu ve bunun ölçüsü
de küçük jestlerdir.
Örneğin, cezaevlerindeki hasta tutuklu ve hükümlülerle
çocukların serbest bırakılması, köye dönüşe devlet desteği, sabahın
beşinde eğitim uçuşu yapılmasına son verilmesi, Uludere/Roboski’ye
şimdi gidilmesi gibi küçük jestlerle, bu sorgulama ve güvensizlik
önemli ölçüde giderilebilir.
8. Bölgedeki üniversitelerin çok büyük bir kısmının, çözüm
sürecinin taşıyıcısı olmaktan uzak oldukları, gerek akademik kadro
ve gerekse yönetim tarzları bakımından da katılımcılığı,
çoğulculuğu ve kentin sosyo-kültürel birikimini yansıtmadıkları
yolunda her kesimden çok yaygın bir şikâyet olduğu
gözlenmiştir.
9. İslami kimlik ve Kürt kimliği üzerinden siyaset yapan
gruplar arasında bir dayanışma kültürü ve geleneği yok ise de, buna
yönelik yeni arayışlar olduğu gözlenmektedir.
10. Koruculuğun kaldırılması konusunda bölgede geniş bir
toplumsal mutabakat bulunmaktadır. Bu insanların koruculuk sonrası
hayatları ile ilgili sosyo-ekonomik bir düzenleme yapılması zorunlu
görünmektedir.
11. Uyuşturucu madde bağımlılığı, bölgenin en temel sosyal
sorunlarından biri olup, çatışmayı besleyen bir unsur olarak
kullanılabildiği için de yapısal hale gelmiştir.
12. Andımızın kalkması, anadilde eğitim hakkının tanınması,
anayasal vatandaşlığın kabul edilmesi, faili meçhul cinayetlerin ve
kayıpların araştırılması, köye dönüş koşullarının sağlanması ve
yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, çok geniş bir mutabakat içinde
talep edilmektedir.
13. Aleviler, Türkiye’nin Suriye politikasını ve üçüncü köprüye
Yavuz Sultan Selim adı- nın verilmesi gibi uygulamaları kendilerine
yönelik bir tehdit olarak algılamaktadırlar.
4.2.2. Kürt Siyasetine İlişkin
1. BDP oy veren ve PKK’ya sempati duyan kesim içinde de silahlı
mücadeleye karşı olan çok sayıda insan bulunmaktadır.
2. Kürt siyasetinde AK Parti ile BDP’nin psikolojik olarak
simetrik alınması alışkanlığı var ve bu, bir “onur dengesi” olarak
görülmektedir. Bu duygu, siyasi analizleri gerçeklikten
uzaklaştırsa da, Hükümetin daha katılımcı olmasına yönelik bir
davet anlamını taşımaktadır.
3. Uzun süre “zafer” beklentisi ile beslenen BDP/PKK tabanı
başta olmak üzere Kürt gençleri arasında, barışı halen bir taviz
gibi algılayanlar bulunmaktadır.
4. BDP/PKK çizgisindeki siyasi aktörler tarafından ilk kez,
hükümete yönelik iyi niyetli beklentiler seslendirilmekte ve bu
durum, siyasetin rehabilitasyonu açısından önemli bir işlev
görmektedir.
5. Her politik Kürt’ün kafasında Orta Doğu’yu kuşatan bir genel
Kürtlük mefhumu varsa da, bu tahayyülün pratik karşılığı zayıf
olup, somut bir birlikteliğe henüz çok uzaklar.
6. Kürt siyasi çevrelerinde “fedakârlığı yine biz yapıyoruz”
anlayışı yaygın ve psikolojik olarak Kürtler için de bir şeyler
yapıldığını görmeye ihtiyaç duyulmaktadır.
7. BDP tabanında PKK unsurlarını sisteme katma yönünde bir
istek ve eğilim bulun- maktadır. Bu eğilimin desteklenmesi halinde
olası sorunların enterne edilebileceği- ne işaret
edilmektedir.
8. Temel hak ve özgürlükler ile demokratikleşmenin gecikmesi
halinde, Kürt siyase- tinde ideolojik muhalefetin devam edeceği ve
bunun BDP’yi zayıflatırken radikalleri güçlendireceği ön
görülmektedir.
9. KCK operasyonları sembolik bir anlam taşımaktadır ve bu
operasyonların olumsuz sonuçlarının tümüyle giderilmesi, çözümün
temel bir parçası olarak görülmektedir.
10. Günümüzde Kürt gençleri bölgede yetişmekte ve “Türklerle”
temas etmedikleri gibi, bazıları temas etme ihtiyacı da
duymamaktadır. Bu durumu değiştirmek üzere çok yönlü politikalar
geliştirmek gerekmektedir.
11. Diaspora Kürtlerinin entelektüel desteği, bölgede giderek
daha önemli ve etkin bir hale gelmektedir. Dolayısıyla çözüm
sürecinde bu yükselen fikri ortamın dikkate alınması
lazımdır.
12. Bölge ile Irak Kürdistanı arasındaki ilişkilerin giderek
derinleşmesine karşın, Irak Kürdistanı ve liderleri bölgedeki
aktörlerin siyasi söyleminde ve tahlillerinde yer
almamaktadır.
4.2.3. İslami Kesime İlişkin
1. PKK’ya karşı olmak, PKK ile barış yapmaya da karşı olmak
anlamını taşımamaktadır. Ancak İslami gruplar, çözüm sürecinin
reform veya yeniden yapılanma konularının sadece BDP ve PKK ile
konuşulmasına karşıdırlar.
2. İslami gruplarda Kürtlerin talepleri çok daha radikal bir
içerikle seslendirilmektedir.
3. BDP/PKK çizgisini benimsemeyenler ya da PKK’yı
desteklemeyenler bile, onlara yapılanları, Kürtlere yapılmış
muameleler olarak değerlendirmektedirler.
4. Türkiye içinde kalmak ama Kürtlerin kendi kendilerini
yönetmeleri talebi, İslami kesimde de çok yaygın olarak dile
getirilmektedir.
4.2.4. Çözüme İlişkin
1. Süreçte hükümetin muhataplarını tedrici bir biçimde
çoğaltması, yereldeki demokratik pratiği de besleyecektir.
2. PKK’nın çekilmesi, sorunların çözümü açısından toplumsal
dokuda bir boşluk yaratma ihtimali taşımaktadır ve bunun yerelde
çeteleşmelere neden olabileceğinden kaygı duyulmaktadır.
3. Kısa vadede, haklar konusunda atılacak adımlar ve iç mevzuat
alanında yapılacak demokratikleşme reformları gerekli olmakla
birlikte, uzun vadeli nihai çözüm açısından Orta Doğu’daki
konjonktürün muhtemel olumsuz etkisinin de dikkate alınması
gerektiğine işaret edilmektedir.
4. Anadilde atılacak adımların diğer konularda esnekliği büyük
oranda arttıracağı ve talepleri uygulanabilir bir düzeyde
tutabileceği öngörülmektedir.
5. Anadil konusunda hükümetin gecikmesi halinde, Kürtlerin
yerel hizmetlerde de facto adımlar atmasına hazır olunması
gerekmektedir.
6. Sürecin bölgede destek bulmasını baltalayacak en önemli
hata, hükümetin oyalama taktiği şeklinde anlaşılacak bir tutuma
başvurması olacaktır.
7. Süreç içerisinde egemenlik meselesinin (kendini yönetme için
öngörülen modelin)
bir noktada aydınlığa kavuşturulması uzun vadeli çözüm
açısından kritik olabilir.
8. Barış sürecinin aktörleri arasında güven ortamının
sağlanması, eski yaşanmışlıkların yeni düzenlemeler sayesinde
unutturulması, ama suçluların tespit ve ifşasına yönelik kamusal
bir çabanın da başlatılması güçlü olarak istenmektedir.
9. Kürtlere yapılanların Türkler tarafından anlaşılması ve
hazmedilmesi, barış sürecinin hayati parçalarından biri olarak
görülmektedir.
10. Sürecin nereye ve nasıl gideceği büyük çapta Suriye’de ve
Orta Doğu’da ne tür gelişmelerin ve imkânların ortaya çıkacağına
bağlı olabilir.
11. Alevilerin talepleri dikkate alınmadığı takdirde, kalıcı
barışın sağlanması açısından hükümete duyulan güvenin hızla azalma
ihtimali yüksek görülmektedir.
12. Belirsizlik, alışılmamış ve nasıl başa çıkılacağı
bilinmeyen bir durum olarak algılanmaktadır. Olacak olanları
bilgilendirmeye dayanan bir rehberlik sisteminin olması
arzulanmaktadır.
4.3. Geleceğin Gündemi
Barış süreci, Güneydoğu’da büyük bir moral destek ve sahiplenme
bulmuş durumdadır. Ancak bu sahiplenme, aynı zamanda, büyük bir
tedirginlik de içermektedir. Suriye’deki belirsizlik, Türkiye’deki
seçim atmosferi ya da başkanlık sistemi önerisi gibi çatışma davet
eden gündemler, barış sürecini baltalayabilecek bir ortamı hızla
getirebilir. Böyle bir momentte, hükümetin sürece ne denli sahip
çıkacağı ise belirsiz gözükmektedir. Bu yüzden de, hükümetin
“sağlam” bir mesaj verme anlamında somut reformları bir an önce
hayata geçirmesi gerektiği teşhisi sıkça yapılmaktadır.
Öte yandan, bu algı, ironik bir biçimde hükümeti sürecin esas
aktörü haline getirmekte, buna bağlı olarak da iktidardan siyasi
beklentileri artırmaktadır. Önümüzdeki süreçte, bölge halkı
istisnasız bir biçimde AK Parti’nin bu devrimsel dönüşümü
sahiplenmesini ve taşımasını beklemektedir. Güneydoğu böyle bir
hamleye büyük bir toplumsal enerjiyle yanıt vermeye hazırdır.
Bu bağlamda, yakın geleceğin siyasetinde
kritik olabilecek birkaç noktaya dikkat çekmekte yarar
gözükmektedir:
1. Kürt meselesinde “sorun” devletin Kürtlere yönelik politikası
olmakla birlikte, “çözüm” salt bu politikanın değişmesi değildir.
Çözümden anlaşılan, üzerinde herkesin anlaştığı haklar ve güç
dağılımının yeniden belirlendiği bir “yeni devletin” ortaya
çıkmasıdır. Burada yeni devletten kasıt, söz konusu devletin
yapısı, örneğin federasyon gibi olasılıklar değil, bunun apaçık ve
geriye dönüşsüz bir biçimde “demokratik” bir devlet olmasıdır.
Hedef, devletin reddi veya diz çöktürülmesi değil, el birliğiyle
“aşılması” olarak algılanmaktadır. Dolayısıyla devletin, eskiden
uzaklaşmayı yeterli saymayan, geleceği toplumla birlikte inşa eden
bir anlayışa gelmesi gerekmektedir.
2. Böyle bakıldığında, “barışın” Kürt meselesini aşan bir yönü
olduğu görülmektedir. Güneydoğu, bu süreç sayesinde kendi içinde de
barışmayı, özellikle Kürt ve İslami kimlikler arasındaki iletişim
kanallarının açılmasını ümit etmektedir. Ancak “barış” Türkiye’nin
doğusu ile batısının aynı devlette uzlaşmasını gerektirmektedir ve
bu nokta, önümüzdeki süreçte hükümet açısından en kritik siyaset
maddelerinden birini oluşturacaktır. Çünkü kabaca batı ile doğunun
algısı arasındaki bu farklılık, manipülasyonlara açık ve
dolayısıyla yönetilmesi gereken bir alandır. Bu nedenle, iktidarın,
çeşitliliğe sahip çıkan ve bu çeşitliliği meşrulaştıran bir dil ve
politika üretmesi elzemdir.
3. Güneydoğu için “barış”, bir sorunun çözülmesinden, ölümlerin
durmasından öte, yeni bir varoluş anlamına gelmekte ve bu nedenle,
düzenlenmesi gereken bir başka kamusal alana daha işaret
etmektedir. Geçmişte yaşananlardan sonra, bugün kimsenin çatışmacı
bir siyaseti takip etmediği bu yeni ortamda, henüz dile dökülmemiş
olan asıl talebin yeni bir millet kurmaktan ziyade, ilk kez toplum
olmak olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Diğer bir deyişle, asıl
talep, geçmişini duru bir gözle hatırlayan, bugününü ötekine uzanan
iletişim kanallarıyla oluşturan ve geleceğine herkes adına sahip
çıkan bir bakıştır. Güneydoğu, en sert milliyetçileri de kuşatan
bir biçimde, kadim derinliğine uzandığı her noktada yeni bir
birliktelik halini aradığını, yeniden “kendisi” olmak istediğini
ortaya koymaktadır.