İslam ve eşcinsellik tartışması büyüyor! Hayrettin Karaman'a cevap
Abone olHayrettin Karaman'ın "Modernistlerin marifeti" yazılarında eleştirdiği yazar Esat Arslan, Karaman'ın iddialarına cevap verdi.
Hayrettin Karaman "Modernistlerin Marifeti" başlık 3
ayrı yazı kaleme aldı geçen haftalarda. Yazılarda isim vermeden,
bir yazarın özellikle "İslam ve eşcinsellik" konusu üzerine
söylediklerini ele alıyordu Hayrettin Karaman.
İsim vermiyordu ama alıntılardan o ismin yazar
Esat Arslan olduğunu anlamak zor değildi.
Esat Arslan, "Şeriat Mekke'de
tamamlandı" isimli son kitabıyla
veinternethaber.com'dan Hatice Kübra
Kocaoğlu'na verdiği röportajında yaptığı
açıklamalarla dikkatleri üzerine çeken bir isim olmuştu. Özellikle
İslam'ın eşcinsellere yaklaşımı ile ilgili açıklamaları ezber
bozmuştu.
Hayrettin Karaman, Esat Arslan için "Son
günlerde okuduğum bir kitabında ve röportajında bu yeni
müçtehidlerden (entelektüel derinlik sahibi dedikleri kişilerden)
birinin büyük laflar ettikten sonra "eşcinselliğin İslam'daki yeri"
konusundaki bir içtihadına ve içtihadına dayanak kıldığı bir tarihi
belgedeki saptırmaya muttali oldum" ifadelerini
kullanırken İslam ve eşcinsellik için de "Sonuç
olarak Kur'an'da olduğu gibi hadislerde de İslam'da eşcinselliğin
normal karşılandığına dair bir delil bulmak mümkün
değildir" diyordu.
Esat Arslan, Hayrettin Karaman'ın iddialarına tek tek
cevap verdi. İşte Esat Arslan'ın Karaman'a
cevabı:
MUKADDİME:
1.
İmam Şafii otuzlu yaşlarında Irak'a geldi. O sırada Hicaz'ın
ve
İmam Malik'in hikmetini tevarüs etmiş ve bağımsız düşünür
kişiliğini
kazanmış bir hukukçuydu. O sırada ellili yaşlarında olan
İmam
Muhammed onu tanıyınca çok sevdi. İmam Muhammed, Iraklı
Ebu
Hanife'nin öğrencisiydi. Ve Ebu Hanife İmam Şafii'nin doğduğu
sene
vefat etmişti (Hicri 150). Muhammed, Şafii'yi Ebu
Hanife'nin
bilgeliğiyle tanıştırmaya başladı. Malik ekolünden gelmiş
Şafii'nin Ebu
Hanife'nin her fikrini kabul etme şansı yoktu. Özellikle onun
'istihsan'
fikrini... Yani olayları ayete ve hadise kıyası bırakıp
'vahiyle kutsanmış
aklın' özgürce güzel gördüğü hükmü tercih etme fikrini...
Yanlış bir
düşünceyle karşılaşınca İmam Şafii kızarır, bozarır bir şey
söylemek
ister, fakat Ebu Hanife'ye saygısından dolayı ağzını
açamazdı. Çünkü o
Malik ekolünden geliyordu. Ve İmam Malik tartışmacı bir
öğretim
benimsemezdi. Oysa İmam Muhammed, Ebu Hanife
ekolünden
geliyordu. Ve Ebu Hanife'nin kendi okulunda öğrettiği ilk
derslerden
biri kendisinin eleştirilebilmesiydi. Ve bu eleştiri kültürü
öyle bir
kültürdü ki, Ebu Hanife'nin yanlışını gördüğü için kimsenin
ona karşı
sevgisi ve saygısı kırılmazdı. Bu yüzden İmam Muhammed
Şafii'yi Ebu
Hanife'yi eleştirebilsin diye kışkırtırdı. Onu zorlardı.
Çünkü o da Ebu
Hanife gibi hakikatin ancak ve ancak eleştiri
kültürüyle
kazanılabileceğini bilirdi. Muhammed İmam Şafii'yi kışkırttı,
kışkırttı
ve İmam Şafii Ebu Hanife'nin yanlışlarını konuşmaya ve
yazmaya
başladı. (Bu arada onun bilgeliğini de tevarüs ediyordu.)
Nihayetinde
şu sözleri söyledi Ebu Hanife için: "İstihsanı icad eden
kimse, kendine
yeni bir şeriat icat etmiş demektir." Ama bu cümleden sonra
bile Ebu
Hanife'ye ne sevgisinde ne de saygısında hiçbir kusuru
olmadı. Onun
mescidinde onun mezhebine göre namaz kıldı. Ve şu sözleri
Ebu
Hanife için söyledi: "Fıkıh ilmiyle uğraşan herkes Ebu
Hanife'nin
ailesidir." Kibarca şu anlama geliyordu bu söz: "Ben de dahil
tüm
fıkıhçıların beynini Ebu Hanife döllemiştir."
2.
Ehl-i Sünnet'in unutulmuş bir bilgeliği daha var.
Unutulmuş,
çünkü biz bunun tezahürlerini bugün de görebiliyoruz. Bir
kavga
cereyan ettiği vakit hemen saflardan birini 'mutlak iyi'
diğerini
'mutlak kötü' diye damgalıyoruz. Ve mutlak iyinin safında
mutlak
kötüye karşı yok edici bir mücadeleye giriyoruz. Oysa
İslam'ın
kuruluşundaki tecrübe, çatışmaları ele almanın daha barışçıl,
rasyonel
ve yaşama katkı sunan bir formunu sunuyor. Meşhur Cemel
Savaşı
bu. Hazret-i Ali'nin Hazret-i Ayşe, Zübeyr ve Talha'yla
girdiği ve onbin
şehit verilen savaş bu. Bu savaşlardan dolayı Şiiler, Ayşe
ve
arkadaşlarını mutlak kötü ilan ettiler. Hariciler herkesi
kötü kabul
ettiler. İlk dönem Ehl-i Sünnet alimleriyse derin bir
bilgelik
geliştirdiler. O da şuydu: "Bu trajik savaşın iyisi kötüsü
yoktur. Her iki
taraf da iyidir. Her iki taraf olayları farklı yaşam
koşullarından
hareketle farklı tarzda yorumluyordu. Bu sebeple her iki
tarafın niyeti
iyi olsa da içtihatları kökten farklıydı. Ve bu içtihatlar
siyasete taalluk
ediyordu. Bu sebeple çatışma kaçınılmazdı. Onun içi ölen de
öldüren
de bizim büyüğümüzdür. Biz bu kavgada Ali'yi haklı bulsak
da,
Ayşe'ye, Zübeyr'e ve Talha'ya en ufak bir hürmetsizlik
etmeyiz."
3.
Hayreddin Karaman Hoca Yeni Şafak'ta 4-9 Ekim 2015
tarihleri
arasında yazdığı "Modernistlerin Marifetleri I-II-III" yazı
serisinde
ismimi vermeden ve fakat yazılarımdan alıntı yaparak beni
eleştirmiş.
Karaman Hoca'yla aynı düşünce ekolüne bağlı olmasam da ona
her
zaman sevgiyle ve saygıyla yaklaştım. Fikirlerimiz farklı
olsa da ondan
istifadeye engel olabileceğim bir hususum olmadı.
Fakat
eleştirildiğime göre yanıt verme zorunluluğum da doğuyor. Bu
yazı
Hayreddin Hoca'nın beni eleştirirken dile getirdiği
düşüncelerin
eleştirisidir. Bu hususlarda kökten farklı düşünüyoruz. Fakat
bu bir
mutlak iyi-mutlak kötü kavgası değildir. İslam ümmetinin
bugünü ve
geleceği krizde. Hepimiz buna yanıt aramaya çalışan iyi
niyetli
insanlarız. Yanlışlarımız birbirimizi mahkum etmeye sebep
olmamalı.
Onun için İmam Şafii nasıl Ebu Hanife'yi eleştirmişse ve
Ayşe, Zübeyr
ve Talha nasıl Hazret-i Ali'yle kavga etmişse (ki her iki
olayda da her
iki saf birbirinden kökten farklı düşünse de birbirinin
büyüklüğünü
takdir ederdi.) burada da bir tartışma çıkması kaçınılmaz. Bu
sebeple
eleştirilere net bir biçimde yanıt verdim.
Aşağıdadır.
4.
Bu bakışım Türkiye'de tanıdığım muhafazakar ya da
solcu,
gelenekçi ya da modernist neredeyse her Müslüman
düşünürü
kapsamaktadır. Hepimiz insanız. Ve kusurla ma'lül
yaratıklarız. Kötü
bir kasıt ve garez olmadıktan sonra, kökten yanlış içinde
bile olabilsek,
iyi niyetli yanlış içtihatlarımız dostluğa ve kardeşliğe
engel olmamalı.
TARTIŞMA
Bold ve altı çizilmiş ifadeler Hayreddin Karaman
Hoca'nın
iddialarıdır. Altındaki pasajlar benim bu iddialara
yanıtlarımdır.
I: USUL TARTIŞMASI
1: Fıkıh usulü tamamlanmıştır ve fıkıhçı için
yeterlidir.
Bu cümleyi fıkıh usulü tarihi yalanlar. Sadece Ehl-i
Sünnet
geleneğinin muteber saydığı isimlerden bahsedeceğim. Eğer
tarihin
herhangi bir diliminde büyük fıkıh usulcüleri fıkıh usulünün
fıkıhçı için
yeterli olacak şekilde tamamlanmış ve kusursuz bir usul
olduğuna
inansalardı, Şafii, Ebu Hanife ve Malik'i cerheden usulünü
yazmazdı.
İbn Hazm Şafii'yi cerheden usulü yazmazdı. Şatıbi geçmiş
tüm
külliyatın eksikliğine parmak basan ve onu yepyeni bir biçim
altına
alan usulünü yazmazdı. Şah Veliyullah Dehlevi bir yandan
fıkıh
usulündeki telfik'ten (eklektizm) şikayet edip, bir yandan da
fıkıh
usulüne ontolojik ve sosyolojik temeller bulmaya çalışmazdı.
Birinci
sınıf usulcüler her zaman fıkıh usulünün kusurlu ve
tamamlanmamış
bir proje olduğuna inandılar. Ve onu kusurlarından
arındırıp
mükemmelleştirmeye çalıştılar. Kendimizi modern çağlarda
bu
tamamlanmamış projeye niye adamayalım ki?...
2: Tefsir usulü tamamlanmıştır ve tefsirci için
yeterlidir.
Fıkıh usulünün tamamlanmamış bir proje olduğuna dair
kanıt
burada da aynen geçerlidir. Sadece Ehl-i Sünnet geleneğinin
muteber
saydığı isimleri zikredeceğim. Zemahşeri'nin ve Razi'nin
tefsir usulleri
akla dayanır. Bunlar dirayet tefsirleridir. Bunlardan biri
(Zemahşeri)
belagat analizine, diğeri (Razi) ayetlerle felsefi hikmetler
arasında
bağlantılar kurmaya dayanır. Ve gerek birbirinden gerekse de
rivayete
dayalı tefsirlerden yöntem olarak kökten farklıdırlar. Bu iki
isim 10.
Yüzyıldan sonra yaşamışlardır. Ve onların tefsir usulüne
getirdiği
yeniliğin ümmet-i Muhammed'de öncesi yoktur. Eğer tasavvufu
da
Ehl-i Sünnet geleneğine ait sayacaksak İbn Arabi'nin
sembol
çözümlemesine dayalı tefsiri de tefsir usulüne 13. Yüzyılda
getirilmiş
kökten bir yenilik sayılmak zorundadır. Bu haliyle tefsir
usulü de aynı
fıkıh usulü gibi hem çoğulcudur, hem de tamamlanmamış bir
projedir.
Pek çok Kuran müfessirinin dediği gibi Kuran'da sonsuz
hazineler
saklıdır. Ve her usul her hazineyi keşfedemez. Onun için yeni
tefsir ve
fıkıh usullerine açık bir kafa yapısına sahip olmak gerekir,
eğer
geleneği yaşayan bir varlık haline getirmek istiyorsak. Zira
yeni bir
usul, eski usullere de farklı bir biçim altında yepyeni bir
nefes
kazandırır.
3: Tefsir ve fıkıh usulü Allah ve elçisinin razı
olduğu bir usuldür.
Bunu bilebilmek için Allah ve Peygamber'le
konuşabiliyor
olmamız gerekirdi. Fakat ne yazık ki sufi değilsek Allah'la
konuşmanın
tek yolu Kuran. Ve ne yazık ki Hazret-i Peygamber aramızda
değil.
Karaman Hoca'nın bu sözle kastettiğinin ne olduğunu
biliyorum.
Fıkıh usulü örneğinden hareket edeyim. Karaman Hoca fıkıh
usulünün
tüm temel kavramlarının Peygamber ve Sahabi döneminde bir
tohum
halinde hayatta olduğunu kastediyor. Örneğin Muaz şöyle der:
"Önce
Allah'ın kitabına bakarım. Orada bulamazsam Hazret-i
Peygamber'in
sünnetine bakarım. Orada da bulamazsam içtihat ederim."
Böylece
Fıkıh usulünün üç temel kavramı türetilmiş olur: Kitap,
Sünnet ve
Kıyas. Fakat mesele bu kadar basit değildir. Çünkü Sahabi ne
Kuran'ı
bizim gibi ayet ayet okuyordu. Ne Sünnet'i bizim gibi
hadislerdeki
kurallar olarak anlıyordu. Ne de içtihadı, illetle hikmeti
ayırıp, sonra
illeti bulmak için sebr ve taksim gibi fonksiyonlara
başvurmak zorunda
kalan kıyas ilkesi olarak anlıyorlardı.
Ashap Kuran'ı geleneğimizdeki gibi ayet ayet değil pasaj
pasaj
anlardı. Bu başlarda ahkam ayetlerini pek etkilemiyor
olabilse de,
İslami bilincin şekillenmesi açısından çok hayati bir
farktır. Çünkü
pasajda kutsal bir aklediş vardır ki, bunu ayet ayet okunan
Kuran'da
gösteremezsiniz. Ve bu aklediş bazen, Hazret-i Ömer'in
ganimet
ayetlerinde yaptığı gibi, ayetteki hükmü paranteze aldırır.
Sünnet
onlar için hadislerdeki kurallar ve onlardan kıyas ve
maslahat ilkeleri
yoluyla türetilen normlar değil, bizatihi gördükleri ve
beraber
yaşadıkları Hazret-i Peygamber'in yaşam tarzıdır. Bu, kıyas
ve
maslahattan türetilen sünnetten dağlar kadar farklıdır.
İçtihat ise
kıyas, maslahat, istihsan gibi forma sokulmuş ilkelerin bir
uygulaması
değil, Kuran'ın makuliyetini ve Sünnet'in makuliyetini
görerek
özümsemiş Müslüman bireyin özgür hüküm verme
eylemidir.
Eğer tartışma devam ederse bu anlattıklarımı
örneklerle
açabilirim.
Ashab Kuran'a ve Sünnet'e henüz yabancılaşmamıştı. Daha
ilk
asırla beraber yabancılaşma gerçekleşti. Bizim tefsir ve
fıkıh usulü
geleneğimiz bu yabancılaşmayı aşma çabasının ürünüdürler.
O
yüzden Ömer'in kıyasıyla Şafii'nin kıyası arasında derin bir
fark vardır.
Bugün için mesele Kuran'ın aynı mezhep imamları gibi
hatta
sahabiler gibi anlaşılması değil, Kuran'ın bizim çağımızın
sorunlarına
nasıl yanıt verdiğini keşfetmemiz meselesidir. Ancak o zaman
Allah'ın
ve Peygamber'inin bizim Kuran kavrayışımızdan razı olduğunu
ümit
edebiliriz. Sadece ümit, bu çok kuvvetli bir ümit olsa
da...
4: Doğru tefsir ve fıkıh, geleneksel tefsir ve fıkıh
usulüne tam bir
bağlılıkla mümkündür.
Hayır. Doğru tefsir ve fıkıh ancak ve ancak temiz, fıtri ve
akli bir
Kuran ve Sünnet kavrayışına ulaştığımızda mümkün olacaktır.
Yani
İbrahim gibi bir medeniyetin tüm birikimini parantez içine
sokup
temiz bir kafa ve temiz bir vicdanla Allah'la muhatap
olmayı
öğrendiğimizde mümkündür. Geleneğimizin tefsir ve fıkıh
usulüne ait
kavramlar o çağlar için o çağların hakikatini ve adaletini
keşfetmekte
yardımcı olmuş olsalar da, bugün için bu entelektüel miras
bizlerin
Allah'la Kuran vasıtasıyla dolaysızca konuşmasına köstek
olabilir hale
gelmiştir.
Devamı gelecek yazıya...