Bu zamana kadar hangi platformda bir yazı yazıyorsam ya da
düşüncelerimi dile getiriyorsam öncelikle hep kendimi merkeze
oturtarak duygularımı dökmeye çalıştım.
Bu yazımda da gene çuvaldızı kendime batırmak maksadıyla sizleri
iğnelerle baş başa bırakıyorum.
İki yüz yıl öncesine kadar bütün coğrafyanın iyi niyet timsali,
onur ve merhametin sahibi, eli açıklık ile cömertliğin ana durağı
olan bir toplumun bireyleriydik.
Korkuların dahi bastığı topraklarımızda korkudan sakatlandığı
bir medeniyet olarak dünya uygarlıklarına yol gösteren olduk.
Neden sonra küresel güçler ve içimizdeki liberal küreselciler
bileşkesiyle Cumhuriyet denilen bir döneme girdik.
Tabi Cumhuriyetin öncesi hazırlık ve zemin oluşturma sürecini de
es geçmemek gerekiyor.
Ve her şey ters yüz olmaya başladı.
Milli değer ve yargılarımızı kaybettik. Eyvallah!
Lakin en önemli unsur olan özgüvenimizin ve kimliğimizin
kayboluşu asıl problemimiz değil miydi?
Bu kayboluş bize çok şey kaybettirdi.
Batı, modernite, küresel ve ulus devlet çağını yaşamaya
başlamışken biz onların kontrolünde kukla görevimizi yerine
getirmeye çalıştık.
Ahmet Davutoğlu Hoca’nın geçmiş yıllarda yapmış olduğu
bir tespiti buraya aktarmak istiyorum;
“Türk toplumunun fikrî ve siyasî önderlerinin en
büyük zaafı kimlik ve medeniyet tanımlaması konusunda kendine
güveni olmayan ve kararsız bir tavır sergilemeleridir. Bir elitin
en önemli misyonu, mensubu bulunduğu topluma geleceğe yönelik bir
stratejik ideal tanımlaması yapabilmesidir. Türk toplumunda son iki
asırdır yaşayan elit-kitle ilişkisi son derece çarpık bir düzlem
üzerinde gelişmiş ve parçalanmış bir toplum yapısı ortaya
çıkarmıştır.”
Samuel Huntigton'un “medeniyetler haritasında
yalnız kalan, gri renkli bir ülke vardır, bu ülke tabi ki
Türkiye’dir” demiş olması yukarıda
Davutoğlu Hoca’nın tespitlerinin karşılığıdır.
Oysa medeniyet yapıtlarını birleştirerek uygarlıkların tarih
sahnesinde rol almasını sağlayan özgüveni ve merhameti ile en güçlü
medeniyet Osmanlı Devletiydi.
Tarihin ruhlara fısıldadığı deruni kardeşliğin sembolü olarak
coğrafyaları kucaklayan bir geçmiş tarihimiz var
bizim.
Dünya coğrafyasını birlik ve beraberlik ile tarihe taşıyan
kilometre taşlarının en önemli basamakları olan bir tarihe sahip
toplumuz.
Doğu ve Batıyı birleştirip uygarlık tarihinin olmazsa olmazı bir
medeniyet kendisini yeniden inşa edebilecek potansiyele
sahiptir.
Değişim, her an ve koşulda arzulandığında toplumsal olarak
gerçekleştirilebilecek bir vakadır.
1908-1952 yılları arasında korkutulmuş ve bastırılmış bir
toplumun kimlik zaafı ve kararsız tavırlarla yaşamış olması gelecek
nesillere de pek tabi sıçrayacaktı.
Bastırılmış-lık duygusu, medeniyet inşa edebilecek
potansiyelimizin idealize olmasını engelleyebileceği gibi stratejik
kararlar almamızın da önünü tıkayacaktır.
Huntington’un bir başka söylemine bakalım;
“Türkiye için, batı uygarlığının içinde ikinci sınıf bir
ülke olmaktansa, İslam uygarlığı içinde bir merkez-lider ülke olmak
daha uygundur”.
Huntington’un her iki sözünü de farklı farklı
yorumlayabiliriz.
Birincisini söylemesinin arkasından ikinci yapmaya çalıştığı
tespit tarafsız olarak bakılması durumunda doğru denilebilecek
seviyededir.
Lakin bir diğer yorumla bu iki söylemin karşılığı
“Türkler olmasaydı dünya tarihi yazılamazdı”
sözünü akla getirerek Batı medeniyeti ve uygarlıklarının korkulu
rüyası olan Türkleri tamamen Batıdan uzaklaştırma düşüncesi ile de
söylenmiş olarak algılanabilir.
Hangi maksat ile söylenmişse de gerçek şu ki; Türkiye batı
uygarlığına kendisini izlettirip adalet, merhamet, özgüven ve
kimlik sahibi olarak rol model olabileceği gibi İslam coğrafyasında
merkez-lider ülke olarak dünya tarihini yeniden yazabilir.