İnsanlık olarak zor zamanlardan geçiyoruz. Hem devletler hem
toplumlar hem de fertler planında zorlu sınamalardan, imtihanlardan
geçiyoruz. Hak ve adalet arayışı ise bu sınama ve
imtihanların nirengi noktasını oluşturuyor. Ancak
öncelikle fert bazında bu hak ve adalet arayışının hakkını
verebildiğimiz kanaatinde değilim.
Yukarıdaki düşüncelerin zihnime üşüşmesine neden olay onlarca
olaydan birisi de Doğu Türkistanlıların maruz kaldığı
zulüm…
Uygur Türklerinin maruz kaldığı Çin zulmü yeni
bir şey de değil aslında. Onlarca yıldır gündemimizde olan bir
mesele. Ama meselenin çözümü noktasında maalesef bir arpa boyu
kadar yol alamadık.
Uygur Türklerini bu hak ve adalet arayışlarında yalnız
bıraktık. Onların çığlıklarına karşı kulaklarımızı tıkadık
adeta.
Oysa her şeyden önce bir insan olarak, sonra dindaş olarak, aynı
milliyeti paylaşan insanlar olarak daha farklı davranmamız gerekmez
miydi?
İşte tam da bu noktada insan olmamızın gereklerini sorgulamamız
gerekiyor. İnsan olmanın gereklerini, hak ve adalet
arayışında nerede durmamız gerektiğini irdelememiz
gerekiyor.
"Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, fakat
bu arada çok basit bir sanatı unuttuk. İnsan gibi yasamak..."
diyor Martin Luther.
Dünyada insan kadar en iyisi ile en kötüsü arasındaki mesafe
büyük olan bir başka varlık yoktur. En iyi koyunla en kötü koyun
arasındaki fark, nihayet birkaç kilo et ve birkaç kilo sütten
ibarettir. Ama en iyi insan bütün dünyayı aydınlatırken, sadece
insanlar için değil, bitkiler, hayvanlar ve bütün bir varlık için
rahmet olurken, en kötü insanın bir eylemi dahi bütün dünyayı
zehirleyebilir.
İşte bu iki zıt kutup arasında kendine bir yer seçme, kabiliyeti
ölçüsünde insanın iradesi dâhilindedir.
Ya arzularını ve nefsini en büyük değer yapar ve onları tatmin
uğruna bütün bir ömrünü tüketir, ya da her anını bir sermaye gibi
kullanıp geleceğini cennet yapar.
Necip Fazıl’ın dediği gibi, alçağın da bir seviyesi
vardır. Hatta çukur olur. Çalar-çırpar, öldürür, aşağılar,
bütün değerleri yıkar ve dağıtır. Topraktan ve iğrenç bir sudan
yaratıldığını aklına getirmeden büyüklenir.
Hz. Ali’nin söylemi ile, iki çiş yolundan geldiğini
unutur da kibirlenir.
Elindeki nimetleri kendi bilgi ve becerisinden sanır. Başına bir
hal gelince de Allah’ı suçlar.
Denize düşünce kurtar Allah’ım diye bağırır! Ama karaya
çıkınca eski isyanına geri döner.
Küçücük bir menfaat uğruna onurunu ayaklar altına alır da ciğeri
beş para etmeyenlere yaltaklanır, temenna durur. Ama kendisini bir
ömür boyu sayamayacağı kadar nimetlerle yaşatan Allah’a bir kez
olsun teşekkür etme ihtiyacı duymaz.
İnsandan başka gerçeği gizleyen, yalan söyleyen bir varlık
yoktur. Bacon’ın, Allah’a karşı kafa tutan, fakat
insanlardan korkan bir serseridir insan sözü tamda buraya
oturmuyor mu?
Naçizane bu tespit, Doğu Türkistanlılara yapılan zulüm
karşısındaki sessizliğimiz ve hemen yanı başımızda cereyan eden
herhangi bir haksızlık ve gayr-i adil vakıalara karşı gücün
yönlendirmesi ile sesimizin desibelini ya da duruşumuzu
belirlememiz, insanlardan ne kadar çok korktuğumuzun da bir resmi
değil mi sizce?