Feyzioğlu’ndan sert eleştiri
Abone olTürkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, “Bugün eğer mutlaka milli irade tabiri kullanılmak isteniyorsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin çoğ...
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, “Bugün eğer
mutlaka milli irade tabiri kullanılmak isteniyorsa, Türkiye
Cumhuriyeti’nin çoğulcu bir demokrasi modeline dayandığı
unutulmamalıdır. Bu durumda milli irade tabiri, çoğunluğun azınlığa
tahakküm ettiği, siyasi iktidarın her kurumu ele geçirdiği ve
yaşamın her alanını düzenlemeye soyunduğu, insanların yaşam
biçimine müdahale ettiği dönemlerdeki içeriğinden elbette ki farklı
anlaşılmak zorundadır” dedi.
2013-2014 Adli Yıl Açılışı dolayısıyla JW Marriott Oteli’nde tören
düzenledi. Törende konuşan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin
Feyzioğlu, 9 Ağustos 1969’da kurulan Türkiye Barolar Birliği’nin
44. kuruluş yıldönümünü kısa bir süre önce idrak ettiklerini
belirterek, “Savunmanın savunulmasının zorunlu hale geldiği bir
ortamda ‘kutladık’ diyemiyorum; ‘idrak ettik’ diyorum” dedi.
“HİÇ KİMSE HAYATINDA BİR GÜN YARGILANIP YARGILANMAYACAĞINI
BİLEMEZ”
Çağdaş ceza muhakemesinin amacının, kişileri lekelemeden, toplumu
ezmeden ve sindirmeden, her bireyin hukuki güvenlik hakkını
pekiştirerek, demokratik hak ve hürriyetlerini kullananları hiçbir
korkuya hatta endişeye dahi sevk etmeyecek şekilde gerçeğe ulaşmaya
gayret etmesi olduğunu ifade eden Feyzioğlu, “Unutulmamalıdır ki,
bir kişi hayatı boyunca suç işlemeyeceğini taahhüt edebilir ve bu
sözüne de sadık kalabilir. Ancak hiç kimse hayatında bir gün
yargılanıp yargılanmayacağını bilemez. İşte bu sebeple çağdaş ceza
muhakemesinin kuralları, suçsuzluk karinesi temel hakkı ekseninde,
bir yandan suçu kesin hükümle sabit oluncaya kadar şüpheli ve
sanığı, diğer yandan hayatlarında bir gün suçlanabileceklerini ya
da yargılanabileceklerini bilmesi gereken toplumun diğer bütün
bireylerini korur” diye konuştu.
“HİÇ KİMSE KENDİ DAVASINDA HAKİM OLAMAZ”
Adil yargılanma hakkının hukuk uygulamacıları tarafından
içselleştirilmediği, sık sık ihlal edildiği toplumlarda bireylerin,
temel hak ve özgürlüklerinin her an devlet tarafından ihlal
edilebileceği korkusuyla yaşadıkları, kendilerini ifade etmekten
çekinenlerin, devlet aygıtını bir hizmet aracı olarak değil
korkulan bir büyük ‘abi’ olarak algılayacağını belirten Feyzioğlu,
hakimlerin ve savcıların birbirine yaklaşmaları ve savunma
makamından uzaklaşması durumunda, muhakemede gerçeğe ulaşılmasının
vazgeçilmez koşulu olan “hiç kimse kendi davasında hâkim olamaz”
ilkesinin özünden ihlal edilmiş olacağını söyledi.
“BENİM HAKİMİM, SENİN HAKİMİN DİYE SINIFLANDIRILMASI İZAH DAHİ
OLUNAMAZ”
Hâkimlerin tarafsız ve bağımsız olmalarının ne kadar önemliyse
kanun koyucu veya idari makamların yerine geçerek yasama organı ya
da hükümet gibi davranmalarının da kabul edilemez olduğunu
vurgulayan Feyzioğlu, “Başka bir anlatımla, devlet içinde ayrı
devletler olmaz; yargı mensuplarının devletin içinden veya dışından
kimi yapılarca ‘benim hâkimim’, ‘senin hâkimin’ diye
sınıflandırılması izah dahi olunamaz. Bu tartışmaların yapıldığı
bir ülkede hiç kimsenin hukuki güvenliği kalmaz. Adalet mülkün
temeli ise, mülk temelsiz kalır. Adil yargılanma hakkının
vazgeçilmez koşulu, bağımsız, etkili, dolayısıyla yargının kurucu
unsuru niteliğini taşıyan bir ‘savunma’nın varlığıdır. Savunma
makamının diğer iki makam karşısında güçsüz bırakılması ve adalete
ulaşılmasını sağlamakta vazgeçilmez işlevinin diğer iki makam
tarafından içselleştirilmemesi durumunda da, iddia makamının ileri
sürdüğü tezin karşısına etkili bir anti tez çıkarılamaz. Bu durumda
yargılamada gerçeğe ve adalete ulaşılması beklenemez. Böyle bir
yargılamada, suçlu suçsuzdan, doğru yanlıştan ayrılamaz. Varılan
sonuç, ‘gerçek’ değil, mahkemelerin veya mahkemeleri etkileyen
güçlerin gerçek olarak göstermek istedikleri bir aldatmacadan
ibaret olur” diye konuştu.
“YARGITAY’I, YÜCE YARGITAY’A ŞİKÂYET EDİYORUM”
Türkiye’de, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun hakimin
bağımsızlığını, hakim ve savcı teminatını sağlayamadığını tespit
etmek zorunda olduklarını ifade eden Feyzioğlu, konuşmasına şöyle
devam etti:
“Öte yandan yapıldığı söylenen reformlara rağmen, adil yargılama
sorununun köküne henüz inilmemiş, belki de inilmek istenmemiştir.
Üzülerek belirtmeliyiz ki hâkim ve savcılar aynı yerde staj eğitimi
görmenin, aynı makam tarafından özlük işlerine bakılıyor olmasının,
aynı lojmanlarda kalmalarının, adliyelerde keyfi bir şekilde
avukatlara kapatılan özel kapılardan geçmenin, özel asansörlere
binmenin, komşu odalarda oturmalarının ve iki meslek grubu arasında
kolaylıkla geçiş olmasının etkisiyle, kendilerini, birbirlerine
yakın, hatta özde aynı görmekte, avukatları ise kurucu unsur olarak
kabul etmeye direnmektedirler. Dolayısıyla avukatın yargının kurucu
unsuru olarak benimsenmediği bir yerde, adil yargılanma hakkının
hayata geçirildiğinden bahsetmek mümkün değildir. Avukatlık
Kanunu’nun 46/2. maddesinin açık hükmüne rağmen, avukatın
Yargıtay’da dosya görmesini vekaletname ibrazına bağlayan Yargıtay
Başkanlar Kurulu’nun hukuka aykırı idari işleminin geri alınmasını
80 bin avukat adına talep ediyorum. Yargıtay Başkanlığı’na bu
konuda sunduğumuz, farklı üniversitelerde görev yapan çok sayıda
hukuk akademisyeninin hazırladığı ve anılan kararın hukuka
aykırılığını açıkça ortaya koyan raporlar dikkate bile
alınmamıştır. İtirazımızın reddine ilişkin gerekçe tarafımıza
bildirilmemiştir. Bütün bunların saygı sınırlarını zorlayan,
avukatlara ve barolara küçümseyici bakış açısını sergileyen,
işbirliğini engelleyen bir uygulama olduğunu huzurlarınızda
üzülerek ifade ediyor; Yargıtay’ı, Yüce Yargıtay’a şikâyet
ediyorum. Bu kararı veren sayın hakimlerin bir gün avukatlık
mesleğine geçtiklerinde, içeriğini bilmedikleri dosyalara, sırf
içeriğini öğrenebilmek ve buna göre davayı alıp almamaya karar
verebilmek için vekâletname koymak zorunda kaldıklarında,
kararlarının ne kadar yanlış olduğunu anlayacaklarını çok iyi
biliyorum. Dileğim odur ki, Yüce Yargıtay, hukuka aykırılığı daha
önce düzeltir.”
“YENİ ANAYASAYI OLUMLU KARŞILIYORUZ”
Anayasa değişikliğine ilişkin uzlaşma komisyonunun çalışmalarında
avukatlara ve barolara yargı bölümünde yer verilmiş olmasını olumlu
karşıladıklarını ifade eden Feyzioğlu, aynı düzenleme içerisinde
Türkiye’de avukatlık mesleğine büyük zararlar verecek ve
avukatların yakın çevreleriyle birlikte yaklaşık 800 bin kişiyi
doğrudan etkileyecek, milyonlarca yurttaşın ise ekonomik güçlük
sebebiyle avukatlık hizmetinden yararlanmasını fevkalade
zorlaştıracak yabancı avukatlık ortaklıklarının Anayasal güvenceye
kavuşturulmak istemesine anlam veremediklerini kaydetti.
Yürürlükteki Avukatlık Kanununun, pek çok yönden anti demokratik,
vesayetçi, meslek açısından çağın gerektirdiği ihtiyaçları
karşılamaktan uzak olduğunu sözlerine ekleyen Feyzioğlu, “Türkiye
Barolar Birliği olarak bütün baroların ve avukatların katkısını
sağlamak suretiyle geniş kesimleri tatmin edecek çağdaş bir kanun
taslağı ortaya koymaya hazırız. Katılımcı süreç işletilmeden, ‘ben
yaptım oldu’ zihniyeti ile karşımıza getirilecek kanun tasarısı
veya gece yarısı teklifleriyle Avukatlık Kanunu’nun
değiştirilmesinin, hukuk devletine ve huzurlu bir toplumsal yaşama
ağır darbe vuracağının her türlü izahtan vareste olduğunu
hatırlatmak istiyorum” şeklinde konuştu.
“MİLLİ İRADE TABİRİ KULLANILMAK İSTENİYORSA, TÜRKİYE
CUMHURİYETİ’NİN ÇOĞULCU BİR DEMOKRASİ MODELİNE DAYANDIĞI
UNUTULMAMALIDIR”
Demokratik hukuk devletinde, üstünlerin hukuku değil, hukukun
üstünlüğünün egemen olduğunu kaydeden Feyzioğlu, konuşmasına şöyle
devam etti:
“Bu noktada son dönemlerde sıkça telaffuz edilen ‘milli irade’
tabirini kısaca değerlendirmekte fayda görüyorum. Dünya ve Türkiye
tarihine bakıldığında, milli irade tabiri daha ziyade, seçimle iş
başına gelmiş ancak çoğulculuk yerine çoğunlukçuluğu benimsemiş ve
giderek otoriter eğilimler sergilemeye başlamış siyasi iktidarların
tercihi olmuştur. Çağdaş demokrasiler ise çoğulcudur. Başka bir
anlatımla çağdaş demokrasiler, sadece o an için çoğunlukta olan
siyasi görüşleri değil, sayıca azınlıkta olan başka görüşleri de
kucaklar. Bugün eğer mutlaka milli irade tabiri kullanılmak
isteniyorsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin çoğulcu bir demokrasi modeline
dayandığı unutulmamalıdır. Bu durumda milli irade tabiri,
çoğunluğun azınlığa tahakküm ettiği, siyasi iktidarın her kurumu
ele geçirdiği ve yaşamın her alanını düzenlemeye soyunduğu,
insanların yaşam biçimine müdahale ettiği dönemlerdeki içeriğinden
elbette ki farklı anlaşılmak zorundadır. O halde çağdaş bir
demokraside ‘milli irade’ tabirini kullanmaya devam etmek
isteyenler, bu tabirin içinde siyasi iktidara muhalif düşüncelerin
de yer aldığını, hükümetlerin parlamentodaki çoğunluklarına
dayanarak her istediklerini yapamayacaklarını ve onlara oy
vermeyenlerin de hükümeti olduklarını; insanlığın ortak değerlerini
temsil eden hukukun genel ilkelerine, usulüne göre yürürlüğe
konulmuş insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmelere ve
anayasaya uygun davranılmasının zorunlu olduğunu unutmamalıdır.
Anayasamızın değişmez maddelerinde ifadesini bulan Cumhuriyetin
temel niteliklerinin siyasi iktidarı sınırladığı ve çoğunluğun
azınlığa tahakkümünü engellediği de hiçbir zaman akıldan
çıkarılmamalıdır. Bu sınırlamalarla kastedilen, bazılarının ileri
sürdüğünün aksine, azınlığın çoğunluğa tahakkümü asla değildir;
kastedilen, demokratik uzlaşma kültürüdür, katılımcı demokrasidir,
geçici bir çoğunluğun geçici bir azınlık üzerinde mutlak egemenlik
kurmasının önlenmesidir; nasıl yaşayacağını, hangi okula
gideceğini, hangi inanca sahip olacağını, nerede ibadet edeceğini,
hangi ahlak kuralını benimseyeceğini kişilere dayatmaya
kalkışmamasıdır.”
“EN BÜYÜK DÜŞMANLARINDAN BİRİ, KUŞKUSUZ ASKERİ DARBELERDİR”
Demokratik hukuk devletinin, dolayısıyla çağdaş bir toplumun en
büyük düşmanlarından birisinin, kuşkusuz askeri darbeler olduğunun
altını çizen Feyzioğlu, “Askeri darbelerin demokrasi kültürünü yok
ettiği, hiçbir soruna asla çare olmadığı, yeni ve çok daha büyük
toplumsal sorunlara yol açtığı Türkiye ve diğer ülkelerdeki tarihi
örneklerle kanıtlanmıştır. İstisnasız bütün askeri darbeler,
demokrasinin vazgeçilmezi olan siyasi partilerin kurumsallaşmasını
önlemiş, sivil toplum örgütlenmelerine izin vermemiş, demokrasinin
bir yaşam biçimi olmasını engellemiş ve seçimden seçime oy verilen,
yeterli derinlikten yoksun bir demokrasi kültürü yaratmıştır.
Askeri darbelerin ne kadar büyük felaketlere yol açabileceğinin en
güncel örneği, Türkiye’nin bu yönden haklı tepkisini ortaya koyduğu
Mısır’da yaşanmaktadır. Bu tepkinin dünya kamuoyu üzerinde etkili
olabilmesi için, ülkemiz içinde insan haklarına ve demokratik
özgürlüklere azami saygı gösterilmesi gerektiği kuşkusuzdur. İster
ülkemizde ister dünyanın başka bir yerinde olsun; barışçıl gösteri
hakkını kullananlara şiddet uygulanması, göstericilerin gerçek
mermilerle, hedef gözetilerek sıkılan gaz bombalarıyla, plastik
mermilerle veya kimyasal madde karıştırılmış tazyikli sularla
öldürülmesi ya da yaralanması ağır bir suçtur. Bu suçları
işleyenlerin teşvik edilmeleri veya ödüllendirilmeleri değil,
cezalandırılmaları gerekir. Hiçbir siyasi veya ekonomik menfaat en
üstün değer olan insan yaşamından daha değerli değildir. Sudan’da,
Lazkiye’de, Rojava’da, Mısır’ın Adeviyesi’nde veya Tahrir’inde,
Lice’de, Uludere’de, Reyhanlı’da, Akçakale’de, Ceylanpınar’da,
Eskişehir’in, Ankara’nın, İstanbul’un ve Hatay’ın sokaklarında,
insanların katledilmesinin hiçbir mazereti olamaz. Demokratik bir
devlette, devletin, düşüncenin ve ifadenin önünü açması, şiddet
çağrısı yapmayan düşüncelerin istenilen yerlere ulaştırılabilmesi
için toplumsal iletişim kanallarını açık tutması, barışçıl toplantı
ve gösterileri engellememesi esastır. İfade özgürlüğü ve onun
hayata geçirilme yöntemlerinden olan barışçıl toplantı ve
gösteriler, özgür ve demokratik bir toplumun varlığının en önemli
kanıtıdır” diye konuştu.
(İHA)