Ferzan Özpetek'in 'Aşk Kırmızısı' raflarda
Abone olYönetmen Ferzan Özpetek'in ilk romanı 'Rosso İstanbul' (İstanbul Kırmızısı), piyasaya çıktı.
30 yılı aşkın süreden bu yana İtalya'da yaşamını
sürdüren ve doğduğu kent İstanbul'da geçen bir roman kaleme alan
Özpetek, 3-4 günlüğüne Türkiye'ye annesini ziyarete giden ancak 1
ay kalan bir yönetmenin hikâyesini anlatıyor.
Can yayınları etiketiyle okurla buluşan "İstanbul Kırmızısı"nın kapağında ise Özpetek'in annesine ait bir fotoğraf kullanıldı.
KİTAPTAN ÇARPICI BİR BÖLÜM:
Roma’daki evimde ne bahçe ne ıhlamur ağacı ne ufuk, yalnızca
gazhaneler arasında bir terasım var. Tam bir şehir manzarası
sunmasa da, Roma’ya ait her şey gibi onu da bütün yüreğimle
seviyorum. Yine de kimi zaman çocukluk pencerem ansızın aklıma
geliverir; Tokyo ya da New York’ta jet lag yüzünden gece yarısı
ansızın uyanı verdiğimde, sadece gökdelenleri görebildiğim otel
oda sında gözümün önünde belirir. Pek yakında var olmaya cak o
beyaz ev artık çok uzaklarda. Hafif bir hışırtı. Koşan bir çocuk.
Yuvarlanan bir top. Mümkün mü bu? Şöyle bir dönüp bakıyorum. Kimse
yok. Sadece pistte ilerleyen uçağın sesi duyuluyor. Sonra sessizlik
ve neredeyse boş uçakta, kahve arabasını iten hostes. Gözlerimi
kapatıyorum. Canım kahve çekmiyor, kim seyle konuşmak da
istemiyorum, tek arzum bu sefer ev de beni neyin beklediğini
düşünmek. Yeniden bir hışırtı, çok hafif bir esinti hissediyorum. O
çocuk şimdi koridor boyunca hızla koşarken gülüyor. Topunu alıyor
ve bana bakıyor: doğrudan gözlerimin içi ne, sanki ben kendime
bakıyorum. Sanki doğrudan geç mişin derinliklerinden, doğrudan
bahçeden, ağaçlardan, ıhlamurlardan bakar gibiyim. Çocuk yalnız
değil. Yanında sarışın, ona ciddi ve sert bir hava veren gri
tayyörüne rağmen tatlı, baygın bakışlı bir kadın var. Bir de,
elindeki Venedik gondolunu çok değerli bir şeymiş gibi taşıyan şık
bir adam. Gondolu ta nıyorum, büfelerin birinde dururdu, şimdi kim
bilir ne rede... Bu, üfleme camdan yapılmış, yaldızlı, parlak gon
dolu yıllar boyunca sorguladım: Babam ortadan yok ol muştu ve bana
seyahate, İtalya’ya gittiğini söylüyorlardı. Ben de onun uzakta,
Venedik’te bir gondolla, evde do kunmama izin verilmeyen o
biblonun bir benzeriyle gezdiğini düşünürdüm.
Sonra günün birinde babam gizemli bir şekilde dön dü. Tıpkı
ortadan kaybolduğu gibi, ansızın geri geldi. Bir gün okuldan eve
döndüğümde emektarımız El mas Hanım beni eşikte bekliyordu. Sana
bir müjde var, dedi gülümseyerek. Sonra taramak istercesine ya da
bel ki okşarcasına, tatlı bir yüreklendirme edasıyla parmak
larını saçlarımın arasından geçirdi. Elimden tuttu, salona doğru
yürüdük. Aralık kapı dan annemin, ablamın ve ağabeyimin heyecanlı
sesleri geliyordu. Sonra hepsini bastıran, tanımadığım bir erkek
sesi. Babam. İşte oradaydı, yıllar süren yokluktan sonra üzerinde
minik desenli, bordo, ipek bir ropdöşambrla koltukta oturuyordu.
Sonraki yıllarda bu giysisinden hiç ayrılamayacaktı. Ürkek ve
tereddütlü adımlarla salona girdim. Çok yıllar geçmişti, bırakıp
gittiğinde daha yürüyemiyordum bile ve şimdi karşımda bir yabancı
vardı. Ona sarılma cesareti bulamadım, annem kollarının arasına
itmeseydi bunu asla yapamazdım. Ya Venedik? Venedik’ten hiç söz
edilmedi. Ne o za man ne daha sonra. Ben de sormadım. Çocuklar
içgüdü sel biçimde neyi sorup neyi sormamaları gerektiğini bi
lirler; karşılarındakilerin yanıt veremeyeceğini anlarlar. Gene de
labirenti andıran, suyun üzerinde yüzer gibi duran Venedik’e ilk
gidişimde direnemedim: o babanın, bir zamanlar olduğum o çocuğun
anısına bir gondol ge zisi yaptım.
“Ne çok sır var” diye düşünüyorum gülümseyerek. Hiç çözülmemiş
gizemler, asla açıklanmamış aile sırları. Gerçek suçlar, gönül
suçları. Belki de bu nedenle filmle rimde bu sırları anlatmayı;
tatlı tatlı ortaya dökmeyi, çö zümlemeyi ve nedenlerini açıklamayı
seviyorum.
İşte belki de bu nedenle cüzdanımda ısrarla eski bir kartpostal taşıyorum. Siyah beyaz, kenarları tırtıklı bir İstanbul kartpostalı. Sultanahmet Camii, Ayasofya’nın kubbesi, Boğaz’ın kıvrımları ve uzakta, çok uzakta – sa dece onu seven birinin tanıyabileceği– evim, eski beyaz ev görünüyor. Arkasında asla terk etmediği dolmakale miyle babamın zarif ve kendinden emin yazısı var. Sade ce bir tarih: 1963. Bu kartpostal onun kitap ayracıydı ve babam birkaç yıl önce öldüğünde ben aldım. Başucunda duran kitap tan çekip çıkardım. O zamandan beri cüzdanlarımda ge ziyor. O sadece bir hatıra değil. Bir davet, bir vaat. Çün kü nerede olursam olayım, İstanbul beni bekliyor. Şu anda inmekte olduğum, benim İstanbul’um...