Kimilerine göre ölüm; yaşamın sona ermesi, yok olma, toprak ile
buluştuğunda tozlaşan cesetler anlayışıdır.
Yaşlanma, sağlık problemleri, trafik kazaları ya da doğal
afetler, çeşitli sıkıntı ve felaketler korkusu ile yüz yüze gelmek
demektir.
Bazen kimileri için bu düşünceler yaşamı tahammül edilemez hale
getirir.
Ölünce her şeyin bittiği inanışı ürpertir ve ölüm düşünüldüğüne
hayat azaba bile dönüşebilir.
Yahya Kemal Bayatlı’nın "Geçiş" şiirinin son beytindeki anlayış
gibi;
"Artık güneş görünmez olur, gök bulutludur,
Rahatça dal, ölüm sonu gelmez bir uykudur."
Böyle bakan gönüller için ıstırap vererek yorar insanı. Ölen
kişinin cesedi ebedi şekilde sadece toprağa dönüşmek üzere yokluğun
karanlığına teslim edilir.
Bu anlayış ve inanışın sahibi ölümü gündeminden uzaklaştırarak
dünya nimetlerinin tamamına sahip olma arzusu içerisinde korkuları
içindeki gizli ihtiraslarının esiri olur.
Bu esaret, ülkeler satın alabilecek bir servet sahibi yapar
ölümden kaçmak isteyeni...
Neticesinde korkuların girdabına küçük menfezlerden
sığabilen hayat ışıklarına dahi ölmemecesine tutunanlara ve dahi
kendi nefsime seslenmek istiyorum!
Oysaki ölüm, hayata gözlerimizi açtığımız dünyadan, planlanmış
ve programlanmış yaşam sürecinin bitiminde özümüz olan toprak
bütünleşmesi ile başka bir dünyaya geçişimizdir.
Toprağa karışıp yok olma, hücrenin içerisinde toz olmaya
bırakılmış yalnızlık değildir. Hayatın “ödülü” olan ölüm imanlı bir
kalp tarafından düşünüldüğünde başka bir hayatta filizlenip yeniden
yeşerme halidir.
İçerisine yerleştirildiğimiz hücre, kör kuyuda yokluğa
bırakılmak yerine ötelere geçişimizin başladığı karanlık ya da
aydınlık olacak tünelin başlangıcıdır.
Tünelin sonunda ya tahayyül sınırlarının dahi zorlanacağı ebedi
mutluluklar meydanı ya da gözlerin gördüğü, kulakların işittiği,
bedenin hissettiği dehşet ile yüzleşme meydanıdır.
Müşahede edebileceğimiz çok kolay bir mantık
yürütelim;
Tohumları dahi tozdan ve çamurdan ibaret karanlığa
gömdüğümüzde bize en leziz nimetleri filizlendiren toprak,
yaratılmış en kutsal varlık insanın tohumunu yokluğa bırakır
mı?
Bu yazıyı Mustafa Koç'un ölümü ile kaleme alma ihtiyacı
hissettim. (Allah amelleri ile mukabelede bulunsun)
Cenaze namazı sıralarında İlahiyat Fakültesinin civarında bir
toplantıya katılmam icap ediyordu. Trafik kilitlenmişti. Bu
kalabalığı görünce tefekkür etmek düştü bana…
Aklıma Suriyeli çocuğun mektubu geldi. İnternet üzerinden
mektubu buldum ve defalarca okudum.
Kalemimden yukarıda ki kelamlar dökülmeye başladı gayr-i
ihtiyari.
Mektubu aynen buraya da alıntı yapmak istiyorum anlayışınıza
sığınarak;
"Bu benim vasiyetimdir!
Canım annecim!
Senden benim güzel gülüşlerimi hatırlamanı ve yatağımı olduğu gibi
bırakmanı istiyorum.
Ve sen ablacığım! Arkadaşlarıma de ki: ’O açlıktan
öldü...’
Ve sen ağabeyciğim! Üzülme; ama ikimiz birlikte,
’Biz açız!’ dediğimizi hatırla.
Ey Ölüm meleği! Acele et ve ruhumu al ki artık
Cennette yemek yiyeyim. Ben çok açım.
Ve ey ailem! Benim için korkmayın. Ben sizin
yerinize de Cennette yiyebildiğim kadar çok
yiyeceğim."
Yüreği imanla doldurulmuş, idealleri ve duyguları Allah
muhabbeti ile heyecanla atabiliyorsa, insan; ölümün hakikatini
kavramış bir şekilde huzura doğru koşar diye düşündüm.
Ve hemen dönüp kendi yüreğimi yokladım. Yüreğimden gelen
ses “eyvah!” dedirtti bana, sadece eyvah!
Ölüm güzelliklerle dolu meydana geçişin tüneli, o zaman
ölüm hayatın en güzel hediyesi.
Eğer tünelin sonu dehşet sahneleri ile karşılayacaksa bizi henüz
ölmeden ışıklandırılmış tünelin yolcusu olmak da geç değil
deyiverdim kendi kendime.