Eski Türkiye'nin yazarlarının özel 'Şans Tanrıçası' gecesi

Bu yazının başlığını şöyle koyacaktım: “Bir gay ilişkinin üzerine tül perde geçirirseniz geriye ne kalır…” Sonra fikrimi değiştirdim.

Ertuğrul Özkök Sozozkok@gmail.com

Çünkü bu başlık filme hiç uygun değildi.

Evet bir gay çift vardı ama filmin onlarla hiç  ilgisi yoktu.

Film insanlarla ilgiliydi. Sevgiyle, dostlukla, çocuk sevgisi ile ilgiliydi.

Yani aslında bir aile filmiydi.

Eski Türkiye'nin yazarları ve Yeni Türkiye'nin durumu
Pazartesi akşamı küçük bir grupla, İstanbul’da Soho House’ın sinema salonunda  Ferzan Özpetek’in yeni filmi “Şans Tanrıçası’nı” seyrettik.

Film Warner Bros’un…

Amerika’da gösterime çıkmış ve iyi gişe yapmış.

Önce bir gözlemimi yazayım. 

Filmi izlemeye gelenlere bir baktım.

Son yıllarda “Eski Türkiye” diye küçümsenen yazarlardı neredeyse tamamı.

Hani hep söyleniyor ya..”Kendilerine ‘Yeni Türkiye’ diyenler kendilerine ait bir kültür ve sanat ortamı yaratamadı diye…

Belli ki bir kültür ve sanat medyası da yaratamamışlar…

Böylece bir kere daha kim gerçekten eski, kim gerçekten hala yeni gördük…


Film bittiğinde 12 yıl öncesine döndüm
Neyse bu küçük bir ayrıntı… Geleyim filmi…

Hissiyatımı hemen söyleyeyim.

Filmi çok ama çok sevdim.

Film bittiğinde 12 yıl geriye döndüm.

Nisan 2010’da Acarkent’te bir salonda “Serseri Mayınlar’ı” seyrettikten sonra, hemen kapıda oturup bir yazı yazmıştım:

İşte 12 yıl önce yaşadığım bu duyguların aynısını Pazartesi akşamı yine yaşadım.

Bu defa aile gitmiş, “Yeni” denilen Türkiye’nin yeni iklimi üzerime basmıştı.

Bu film Amerika'da niye gişe yaptı?
Evet filmde bir gay çift vardı. Ama hemen belirteyim, bir anti LGBT karakteri bile rahatsız edecek bir sahne yoktu.

O ilişkinin üzerinde ağır bir tül perde vardı ve o tül perdeden bize, hepimize ait kıskançlıklar, anlamamazlıklar, zalimlikler…

Ama aynı zamanda, içimizde, derinlerde hiçbir zaman bizi terketmeyen en insan yanlarımız çok daha çarpıcı görünüyordu..

O nedenle filmi Amerika’da iyi bir gişe yapmış.

Az Fellini, az Viisconti, biraz Tenesse Willams ve çok çok Ferzan
Film şahane bir davet sahnesi ile başlıyor.

Biraz Fellini, biraz Visconti…

Ama en çok Ferzan Özpetek görüntüleri ile…

Diyaloglar sanki Tenessee Williams’ınr 21’inci Yüzyılcaya çevrilmiş halleri…

Sonra tipik Özpetek sahneleri başlıyor…

Ev ortamları…Hasta bir arkadaşın kaderi üzerine kendiliğinden oluşan sıcak arkadaşlık duyguları…

Acının ortaklaştırdığı duygular, sildiği sevgisizlikler…

Yani Pandemi’nin iyice yalnızlaştırdığı ruhlarımıza su gibi serpilen küçük ama büyük insani dokunuşlar…

Şöyle diyeyim.

Benim için en büyük iki Ferzan Özpetek filmi “Bir Ömür Yetmez”(Satturno Contro)  ve “Serseri Mayınlar’dır” (Mine Vaganti)

İşte onların seviyesinde, hatta yer yer onları geçen bir film…


Filmdekine benzeyen çok güzel bir kare

Filmden sonra küçük bir grup yemek yedik.

Ferzan Özpetek, Zerrin Tekindor’la yan yana oturuyordu. Filmdekine benzeyen o kadar güzel bir dostluklardı vardı ki, izin isteyip fotoğraflarını çektim.

Bence güzel bir İtalyan restoranında Marcello ile Sophia arasına asılabilecek bir kare çıktı ortaya.

Filmdeki Sezen ve Mina şarkılarının hikayesi
Yemekte bol bol sohbet ettik.

Tabii konu her zamanki gibi filmin müziklerine geldi.

Serseri Mayınlar’da Sezen Aksu’nun “Kutlama”şarkısını keşfetmiştik. Ayrıca Nina Zilli’nin “50 mila” şarkısını da çok sevmiştik.

Bu filmde de Sezen’in harika bir şarkısı var.

“Aldatıldık”

Aslında Sezen bunu 2016’da Rengin’e vermişti.

Özpetek bu filmi yaparken bu şarkıyı dinlemiş ve Sezen’e “Bunu keşke sen de söyleseydin” demiş.

“Sezen o gece şarkıyı söylemiş ve bana gönderdi” diyor…

Filmde ayrıca İtalya’nın en büyük Diva’sı sayılan Mina’nın bir şarkısı var.

Mina benim İzmir’deki lise yıllarımdan çok sevdiğim bir şarkıcı. 82 yaşında.

Filmde Mina’nın “Luna Diamante” adlı bir şarkısı kullanılmış. Ferzan anlattı. Mina o şarkıyı bu film için yapmış…

21'inci yüzyıl 'aldatıldık' demek anlamına geliyor
Filmde Sezen’in şarkısı dinlerken şu sözlere takıldım: 

“Ufalana ufalana kaç kuşak eridik bu yollarda…

Kimimiz yerle eksan, kimimiz zor ayakta…”

Yazının başında 12 yıl önce “Serseri Mayınlar” filminden çıktığımda salonun kapısında yazdığım yazıdan söz etmiştim.

Neydi o günkü duygularım…

İlgilenen olursa diye, 12 yıl önceki bir Ferzan Özpetek filmi bana neler hissetrimşti onu da “Opsiyonel okuma” olarak veriyorum.

12 yıl öncesi serseri mayınlar kapsamında yazdığım yazı
“FİLM bittiğinde ağlıyordum. Büyük siyah gözlüğümü taktım.

Utancımdan değil, daha rahatça ağlayabileyim, ağlamanın keyfini daha güzel çıkarabileyim diye. 

Nasıl bir ağlamak bu, eminim hepiniz bileceksiniz.

Hani o ilk gençlik günlerinizde, radyodan bir müzik başladığında birden gelen o ağlama duygusu.

Sebebini, kaynağını bilmediğiniz, nereden gelip de nereye gitmediğini bulamadığınız faili meçhul bir mutluluktan mı,

Yoksa, bir türlü yaşamadığınız, nerede olduğunu çok iyi bilip de, elinizle bir türlü dokunamadığınız noksan bir şeyin hüznünden mi,

Bir Ege şehrinde, sabah okula giderken yanınızdaki boş koltukta oturmasını hayal ettiğiniz, ama o koltuğu bir türlü doldurmayan birinin sizde eksik bıraktığı bir şeyden mi,

Nedensiz bir ağlama yani. 

Başıboş, avare, serseri bir mayın gibi, gelip tam da ağlama düğmenize basan bir şey, işte o yapışmıştı yakama film bittiğinde.

* * *

Hayatımda ilk defa dedim ki: Oğlum, otur, bu gözyaşın dinmeden, o faili meçhul duygunun faili yakalanmadan, sıcağı sıcağına yaz.

Araya sakinleşmeleri, lüzumsuz makulleşmeleri, oradan buradan mutlaka gelecek o masum, o halisane, “Ya bir kere daha düşünsen” nasihatlerini araya sokmadan yaz.

Yaz ki, kendini ele ver.

Sezen’in o sahnedeki, seni yerlerde süründüren şarkısının anı geçmeden alenileştir bu anlık hıçkırmayı.

Böyle dedim ve bu yazıyı öyle yazdım.

Sıcağı sıcağına.

Ferzan Özpetek serseri bir mayın gibi, İzmir gençliğimin hülyalarının tam orta yerinde patladı.

Birden o akşamı hatırladım.

Babamın yüzünde o hiç unutmadığım bir ıstırapla, bir çaresizlikle bana, “Oğlum kahvede arkadaşlar, senin oğlun i.... mi oldu, ne bu uzun saçlar diye soruyorlar” dediği o meşum geceyi hatırladım.

Oysa ben Mick Jagger olmak istiyordum.

“Üzülme baba, üç ay sonra lise bitiyor, ben bu şehri terk ediyorum” dediğimi, sırf onu üzmemek, sırf o delikanlı tarafımı koruyabilmek için mahallemi terk ettiğimi, işte onu hatırladım.

Dedim ki, bu filmi abartarak yazmalıyım. Çünkü bende bıraktığı etkiyi ancak böyle anlatarak normalleşebilirim.

Tabi ya… o bir film, orada kalmalı, salondan çıktığımızda normalleşmeliyiz.

Sakın ha, bu filmi bir gay oğlan, bir de onun sürpriz ağabeyi ve oğlu gay olduğu için çıldıran bir baba, çaresiz bir anneye indirip de seyretmeyin.

Neticede hepimize tebelleş olmuş, Allah’ın belası bir baskı var ya, bu film işte o belanın filmi.

Neticede hepimizin tanıdık tanımadık bir gay’e, namus cinayetine kurban gitmiş bir kasaba kadınına vekâletname verdiğimizi anlatıyor “Serseri Mayınlar”...

Üzerimize basmış bir aile baskısını, altında kaldığımız mahalle enkazının, kanunlarını hep başkalarının yazdığı bir farklılık belasının ıstırabını bizim için de o çeksin diye; ruhumuzda açtığı kanayan yaralara pansuman yapsın diye verdiğimiz vekâletnamenin filmi bu.

Ne diyor filmin o öldürücü sahnelerinden birinde:

“Hep başkalarının dediğini yapacaksak, hayatı yaşamanın ne manası kalıyor?”

Geriye ne kalıyor Allah aşkına? Gözyaşından sırılsıklam olmuş mendil kadar bir hayat mı...”

***

Ya 12 yıl sonra bugün neredeyim…

Maalesef çok daha karanlık bir kuytuda…