Türkiye son yıllarda maalesef iki farklı tablo çiziyor.
Uluslararası arenada adeta istediği her şeyi elde eden
Türkiye, ülke içerisinde gün geçmiyor ki bir rezalete ve
skandala imza atmasın.
Bu durumun son örneğini dün yaşadık.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde yapılan seçimler
sonucu uzun zamandır Rum tarafının tezlerini savunan,
savunmakla kalmayıp adeta ülkeyi Rumlara peşkeş çekmek isteyen
Mustafa Akıncı; Türkiye’nin tezlerini savunan
Ersin Tatar karşısında seçimi kaybetti.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti konusunda
uzun zamandır ince bir siyaset güden Türkiye bu konuda da
hedefine ulaştı.
Eminim ki önümüzdeki dönemde Türkiye hem
Kıbrıs’ta hem de Doğu Akdeniz'de çok daha büyük
başarılara imza atacak.
Dış politikada böylesine güzel bir gelişme yaşanırken aynı
saatlerde Denizli’de maalesef yaşanmaması gereken
görüntüler yaşandı. Denizli Valisi’nin esnaf ile yaşadığı
diyalog devlet ciddiyeti ve kucaklayıcılığı ile örtüşmüyordu.
Vali, geçim derdinde olan esnafın dükkanının
kapatılması için “talimat” verirken hemen arkasından bir
başka esnafın “Gebermek istiyorum, canıma yetti!” gibi çok
sıra dışı bir tepkisine neden oldu. İzleyen herkesin tepkisine
neden olan bu görüntüler devleti temsil eden birisinin yaşamaması
gereken görüntülerdi.
Her ne kadar Denizli Valisi özrünü beyan etti etmesine
ama önemli olan bu olayların yaşanmasına müsaade etmemekti.
Tabiri caizse faça bir kere çizildikten sonra buna
yapılacak makyaj yaraya merhem olamaz.
Acaba Türkiye olarak dışarıda gösterdiğimiz devlet olma
reaksiyonunu niye içeride gösteremiyoruz?
Bütün dünyayı hizaya sokan siyasi anlayışımızı niçin
içeride gösteremiyoruz?
Dışarıda kazandığımız zaferleri niçin içeride hezimete
dönüştürüyoruz?
Olayı sadece bir vali üzerinden konuşuyor değilim. Buna
verebileceğim örnekler o kadar çok ki?
Bir taraftan Doğu Akdeniz’de gaz arama
çalışmalarımıza başta Fransa ve Yunanistan’ın
engellemelerine rağmen devam ederken içeride ise İstanbul
Sözleşmesi’nden doğan garabetlerle mücadele etmek zorunda
kalıyoruz.
Karadeniz’de bulduğumuz gaz rezervi bütün dünya
tarafında şaşkınlıkla karşılanırken biz içeride bir kadının ölümüne
neden olmuş birisinin tutuklanmaması hakkında tartışmalarla
enerjimizi harcıyoruz.
Azerbaycan’ın Ermenistan’a karşı kazandığı
zaferle bütün dünyaya Türkiye’nin geldiği teknolojik
noktayı gösterirken içeride ise muhalefet partisi başkanının ne
dediği anlaşılmayan beyanatları karşısında saç baş yoluyoruz.
Örnekleri elbette artırabiliriz lakin derdimiz bağcıyı dövmek
değil üzüm yemek…
Derdimiz içeride yaşadığımız bu kısır döngüyü nasıl
kırabileceğimiz…
Evet, Türkiye bir an önce içeride yaşanan bu absürt ve
anlamsız yaşanmışlıkların önüne geçmelidir.
Bunun yolunun ise her şeyden önce eğitimden geçtiğini
düşünmekteyim.
Maalesef eğitim konusunda henüz dişe dokunur şeyler yapamadık.
Eğitim sistemimiz kaliteli insan yetiştirmekten çok uzak.
Başta anne-babalar olmak üzere eğitim sistemimizi “daha
çok para getirici” işler üzerine kurguluyoruz.
Çocuğumuz daha çok para getirecek mesleklerde çalışsın
istiyoruz.
Liselerimiz ve üniversitelerimiz daha çok para kazanmanın
derdinde.
Kaliteli insan yetiştirmenin derdinde olan gerek insan
gerekse kurumlarımız maalesef çok ama çok az.
Eğitim sistemimizi “daha çok para” odaklı olmaktan
kurtarıp “daha kaliteli insan” odaklı yapmanın zamanı
geldi de geçiyor bile…