Cumhuriyet'i Sabetaycılar mı kurdu?
Abone olProf. Dr. Mete Tunçay, bugün yaşanan Anadolu-Rumelilik kavgasının kökünün yakın geçmişimizde olduğunu söyledi.
İNTERNETHABER
Türkiye'de Sol Akımlar ve geçtiğimiz günlmerde dördüncü baskısı
yapılan Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması
isimli kitaplarıyla Türkiye'nin yakın dönem siyasi düşünceler
tarihin araştırılmasına ve erken Cumhuriyet döneminin anlaşılmasına
büyük katkıda bulunan Prof. Dr. Mete Tunçay, Taraf
Gazetesi'nden Neşe Düzel'le yaptığı söyleşinin
ikinci bölümü yayınlandı.
LAİKLİK SABETAYCILIKTA ETKİLİ OLDU
Neşe Düzel'in "Cumhuriyet'i Sabetaycılar mı
kurdu?" sorusuna Prof. Dr. Mete Tunçay'ın verdiği yanıt
ilginç: "Yok canım. Böyle bir şey söylemenin manası yok.
Sabetay kökenli insanların laiklik anlayışımızın gelişmesinde
etkisi oldu. Ki, bunlar Cumhuriyet'te sorumlu makamlara
getirildiler.
İşte röportajın tam metni:
NEŞE DÜZEL: ‘Milli Mücadele’de, insanları Türk milliyetçiliği adına
harekete geçirmek mümkün değildi... Milli Mücadele tamamen İslam
dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu...’ dediniz. Milli
Mücadele dini nasıl istismar etti?
METE TUNÇAY: Mesela... Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti, memleketteki bütün İslam yurttaşları ‘tabii aza’
sayıyordu. Gayrımüslimler ise Cemiyet’e üye olamıyorlardı.
Mesela... Hiçbir Osmanlı Mebusanı’nda kürsüden Kur’an okunmamıştı.
Büyük Millet Meclisi’nde ise kürsüden Kur’an okunuyor, Hacı
Bayram’a Cuma namazına gidiliyordu. Meclis’in açılış günü bile
Cuma’ya denk getirildi. Dolayısıyla İslam, Osmanlı’nın Meşrutiyet
döneminde sahip olmadığı öneme, Milli Mücadele döneminde sahip
oldu.
Dinin kullanılması ne kadar sürüyor?
Askerî zafere kadar sürüyor. 9 Eylül 1922’de İzmir’e girildikten
sonra Atatürk Ankara’ya dönüyor. Kendisine “Hacı Bayram’a gidip
şükran duası edelim” dendiğinde de, “Benim böyle bir borcum yok”
diyor. Mesela... Milli Mücadele yıllarında, ‘İslam milleti’
anlamına gelen, “biz burada sadece Türk değil, Kürdü, Arabı, Lazı,
ve Çerkesiyle tam bir birliğiz” denirken, Milli Mücadele’nin
kazanılmasından sonra bu milli birlik, ‘Türk milli birliğine’
dönüştürülüyor.
İslamiyet birleştirici unsur olmaktan çıkıyor
mu?
Birleştirici unsur Türklüğe çevriliyor. Ancak bu süreç adım adım
ilerliyor. Çok kişi unuttu ama... 1922’nin kasımında Saltanat
kaldırıldı ve Mecit Efendi halife oldu. Onun halifeliği bir buçuk
sene sürdü. Bu bir buçuk senenin dört ayı Cumhuriyet dönemidir.
Yani, bizim önce ‘halifeli bir cumhuriyetimiz’ vardı.
Bugün ciddi bir biçimde sorgulanan Cumhuriyet’in iki temel
kurumuna dönersek... Neden bizim ordumuz ve yargımız Avrupalı
ülkelerden farklı?
Bizim ordunun siyaseti dikte etme imkânı var. Ve, ordu da bunu
yapıyor. Aslında ordunun ne kadar laiklik ve ilericilik yanlısı
olduğu konusunda karar vermek güç. Ama şu kesin. İlerici ve laiklik
yanlısı görünmek, orduya dominant güç olma imkânını sağlıyor. Zaten
ordunun istediği de...
Ordunun asıl istediği nedir?
Ordunun istediği de, Türk toplumu üzerindeki egemen konumunu
sürdürmek. Bütün bu laiklik ve Atatürk devrimleri vurgusu, topluma
direktif vermeyi sürdürmenin bir bahanesi oluyor ordu için. Ordunun
ilericiliği bana açıkçası bahane gibi geliyor. Toplumdan niye daha
ileride olsunlar ki? Bunlar, öyle felsefe ve metafizik eğitimi
görmüyorlar ki. Toplumdan daha ileride olabilmeleri için bir neden
yok. Ama Abdülhamit’e Kanun-i Esasi’yi yeniden ilan ettirdikten bu
yana, bu ülkede atılacak adımlara hep ordu karar verdi.
Cumhuriyet kurulduğunda toplumun yapısı
nasıldı?
Bugün 72,5 milyonluk nüfus var. O gün 12 milyonluk bir kitleden
bahsediyoruz. O kitlede muhacirlik, mübadillik, yerlilik, ayırımını
da düşünmek lazım.
Niye?
Şunu unutmamak lazım. Teknoloji, medya, iletişim ve ilişkiler
bugünkü gibi değildi. Ankara’da cumhuriyet vardı ama Atatürk,
İstanbul’a küs idi. Yani İstanbul, Atatürk’ün küs olduğu bir
şehirdi. 1927’ye dek Atatürk İstanbul’a gelmedi. Ancak 1 Temmuz
1927’de şehri affetti. O güne dek, İstanbul’a hep kötü gözle
bakıldı.
Atatürk İstanbul’a niçin küstü?
İstanbul kendisine karşı muhalefetin, eleştirilerin, gazetelerin
olduğu bir yerdi. İstanbul’da bir demokrasi talebi vardı. Mesela
1923’ün son günlerinde, Halife’nin istifa edeceği lafları çıkıyor.
İstanbul Barosu Başkanı Avukat Lütfi Bey, Halife’ye “sakın ha
istifa etmeyin” diye açık mektup yazıyor. Bunun üzerine İstiklal
Mahkemesi Lütfi Fikri’yi yargılıyor ve beş sene hapse mahkûm
ediyor. Lütfi Fikri hapishanede özel af için dilekçe veriyor.
Affediliyor mu?
Dilekçesi kabul ediliyor. Birkaç ay sonra hapisten çıkıyor ve
İstanbul Barosu onu gene başkan seçiyor. Bu, Ankara’ya posta koymak
değildir de nedir? Cumhuriyet’in kuruluşunda toplumun yapısını
sormuştunuz... Ona dönersek... Rumelilik ve Anadoluluk hikâyesi de
Cumhuriyet’in kuruluşu bakımından çok önemlidir. Rumeli’den
Anadolu’ya bir buçuk milyon Müslüman geliyor o dönemde.
Rumelilik ve Anadoluluk ayırımı niye önemli? Rumelililerle
Anadolulular arasında bir çatışma mı var?
Olmaz olur mu? Atatürk zamanındaki yeraltı muhalefetinde, “ulan,
bizi, ‘abe’ diye konuşanlar idare ediyor” deniyor. Çünkü Atatürk’ün
kendisi de dahil böyle konuşuyor ve ortaya bir Anadoluculuk
muhalefeti çıkıyor. Unutmayın ki, Cumhuriyet’i kuran kadro, geniş
ölçüde Rumeli’de görev almış olanlardan oluşuyor. Zaten Mustafa
Kemal’in kurmay subaylığı döneminde iyi subaylar Asya’ya gitmez,
Rumeli’ye giderlerdi ve o sırada önemli olan Makedonya’da
görevlendirilmekti. Mustafa Kemal, Şam’a ceza olarak
gönderilmişti.
Peki, çatışmayı kim kazanıyor? Anadolulular mı Rumelililer
mi?
Rumelililer kazanıyor. Bugün AKP, bir açıdan Anadolu’nun intikamı
olarak da yorumlanabilir. Yalçın Küçük bir ara, insanların tek tek
isimlerine bakıp, ‘dönmelik’ hikâyesini ortaya attı. Eğer Yalçın,
“Sabetaycılık, Selanik’te önemli bir gruba hâkim olmuştu. Bunlar,
iyi eğitim aldılar ve başkalarını da yetiştirdiler. Bunlar,
Cumhuriyet’i kuran sivil kadro içinde çok önemli oldular. Bunların
Sabetaycı kökenleri, Cumhuriyet’in laikliğinin formüle edilmesinde
etkili oldu” deseydi, bu sözler kabul edilebilirdi ve Yalçın,
yararlı bir hipotez getirebilirdi.
Ama yapılan yayınlar ve daha sonra başkaları tarafından da
öne sürülen tezler, Cumhuriyet’i Sabetaycıların kurduğuna kadar
vardı. Cumhuriyeti Sabetaycılar mı kurdu?
Yok canım. Böyle bir şey söylemenin manası yok. Sabetay kökenli
insanların laiklik anlayışımızın gelişmesinde bir etkisi oldu. Ki,
bunlar Cumhuriyet’te sorumlu makamlara getirildiler.
Atatürk hukuk konusunda bilgili miydi?
Bir kurmay subay ne kadar hukuk biliyorsa, o da ancak o kadar
biliyordu. Mesela Enver Paşa için, “yok kanun, yap kanun” denir.
Her yaptığı işin bir kanuna göre yapılmasını istediği için Enver,
eğer yapılan işin bir kanunu yoksa, hemen o iş için kanun
yaptırırmış. Atatürk’te de böyle bir meşruiyet fikri vardı. Çeşitli
konuları Meclis’in onayından geçirmek gibi bir tutumu vardı. Ama şu
var! Atatürk’e icazet veren kurumlar, yani onayına başvurduğu
kurumlar, aslında kendisinden kaynaklanan kurumlardı.
Anlamadım...
Mesela bir milletvekili, ancak Halk Partisi içindeki bir kurulun
kendisini aday göstermesiyle milletvekili seçilebiliyordu. Ve o
kurulu da, cumhurbaşkanı tayin ediyordu. Tabii şekilden ibaret bir
meşruiyet sistemidir bu.
Böyle bir meşruiyet sistemini benimseyen bir cumhuriyeti
nasıl tanımlamak gerekir?
Söyle anlatayım... Atatürk ve yakın çevresi, toplumun neye ihtiyacı
olduğunu bildiklerine inanıyorlar. Bu yüzden topluma danışma
ihtiyacında değiller. Bütün mesele, kafalarındaki modeli topluma
kabul ettirmek. Tek parti dönemi, demokrasiye hazırlık dönemi
olarak yorumlanıyor ya...
Demokrasiye hazırlanılmıyor muydu?
Bakın... Özgürlük, aykırı olabilmektir. Özgürlük, hayır
diyebilmektir. İsmet Paşa, 1938’de cumhurbaşkanı oluncaya dek,
ortada böyle bir özgürlük ve demokrasi niyeti yoktu. Ama 1937’de
İsmet Paşa, Atatürk tarafından birden bire başbakanlıktan kenara
atılınca, şoke oldu. Atatürk öldükten sonra Cumhurbaşkanı
olduğunda, İsmet paşa’nın, Atatürk’ün el atamadığı bir şeyi
başarmak, onu geçmek gibi bir derdi oluştu. “Atatürk her şeyi yaptı
ama demokrasiyi getiremedi, onu da ben getireceğim” dedi adeta.
Peki ordu, ‘kuruluştaki’ görevini, Cumhuriyet kurulduktan
sonra da sürdürdü mü?
Sürdürdü. Mustafa Kemal’e, Meclis namına yetki kullanma hakkı
tanınmıştı. Yani, ‘diktatörlük hakları’ tanınmıştı. Böylece M.
Kemal’in ağzından çıkan her emir kanun kuvvetindeydi ve Meclis
namına yetki kullanma hakkı, üçer aylık sürelerle uzatılıyordu. M.
Kemal, 1922’de “artık lüzum yok” dedi ve hak uzatıldı. Sadece,
“Başkomutanlık, sonsuz olarak M. Kemal’de kalsın” diye bir karar
verildi. Bunu söylerken, Kanun-i Esasi gereğince, başkumandanın
padişah olduğunu da akılda tutmak lazım.
Padişahın yetkisi, M. Kemal’e mi geçti bu
durumda?
M. Kemal’e geçti. Zaten Cumhurbaşkanı olunca, Atatürk’ün sivil
olduğunu düşünmek yanlış. Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı mareşaldi ve
askerdi. Unutmayın ki, İsmet Paşa da Başbakan’ken orgeneralliğe
terfi etti. Atatürk 1927 haziranında askerlikten emekli oldu ve
emekli maaşı aldı. İnönü de öyle...
Ordu, Atatürk zamanında da kendisini ayrıcalıklı görüyor
muydu?
Başta da dedim ya, Atatürk, Abdülhamit’in hatasını yapmadı. Orduyu
güçlendirmedi.
Ordu Atatürk’e karşı darbe yapabilir miydi ki?
Gayet tabii yapabilirdi. Atatürk’ün ruhiyatını çok iyi bilemeyiz
ama, muhtemelen böyle bir şeyden endişesi var. Mesela Hint
Müslümanlarından gelen paralar meselesi... 1927’de Büyük Nutku
söylerken, gazetecilere, “bu paraları millete vereceğim” diyor.
Ancak on yıl sonra veriyor ve İş Bankası’na yatırıyor.
Daha önce ne yapıyor o paraları?
Kendi elinde tutuyor. Dışarıdan veya içeriden bir darbe olursa, bu
parayı kullanarak kendisine bir başka hayat yaratabileceğini mi
düşünüyordu, Atatürk’ün iç âlemini bilemeyiz ama böyle bir endişesi
olabilir. Ya da Hintliler, “Hilafeti kaldırdın, bu parayı geri ver”
derlerse diye de düşünüyor olabilir. Atatürk, 600 bin lira
dolayındaki bu paranın yüz bin lirasını, Büyük Taarruz’dan önce
Milli Müdafaa Vekâleti’ne ödünç veriyor ve sonra geri alıyor.
Milli Savunma Bakanlığı’na ödünç para mı vermiş
Atatürk?
Savaş için ödünç vermiş sonra geri almış. Atatürk, İsmet Paşa
başbakanken ona da para yardımı yapıyor. Bu, İsmet Paşa’nın
anılarında var.
Başbakan, sadece devletten maaşını almakla kalmıyor,
cumhurbaşkanından da mı para alıyor? Bir ülkenin başbakanını
aşağıya çeken bir durum değil mi bu?
“Bu para yetmez, sen bu maaşla idare edemezsin” diye para veriyor
herhalde. Tabii, demokratik bir şey değil. Padişahlık gibi bir şey
bu. Atatürk’ün bir de bakanları var. Başbakan Celal Bayar da olsa,
İsmet Paşa da olsa, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile İçişleri
Bakanı Şükrü Kaya hiç değişmiyor. Atatürk ölüp de İsmet Paşa
cumhurbaşkanı olunca, Celal Bayar’a, “Siz, başbakanlıkta devam
ediniz efendim” derken, “bu iki adamı da bakanlıktan atın” diyor ve
atılıyorlar. Bu arada, İsmet Paşa’nın Atatürk’ten sonra
cumhurbaşkanı olması için ordunun parmak oynattığı tahmin ediliyor.
Ordu, İsmet Paşa’yı destekliyor.
Orduya bu ayrıcalıklı konumunu kim verdi? Atatürk
mü?
Aslında Atatürk, ordunun gücünü iktidara karşı kullanmamasının
yolunu sağlıyor. Ve, Atatürk’ün döneminde ordu gücünü iktidara
karşı kullanmıyor. Atatürk askere, “Ya üniformayı çıkarıp siyasete
girin, ya da orduda kalın” diyor.
Üniformayı çıkarıyorlar mı?
Çoğu orduda kalıyor. Çünkü o sırada, üniformayı çıkarmanın manası,
Atatürk’e karşı muhalefete katılmak. Nitekim, daha sonra Takrir-i
Sükûn Kanunu geliyor ve muhalefetin kurduğu Terakki Perver
Fırka’nın canına ot tıkanıyor. Üniformayı çıkaranlar tasfiye
ediliyor.
Takrir-i Sükûn Kanunu neydi?
Bu, dinginliğin sağlanması adıyla getirilen bir kanundur. Şöyle
anlatayım... Terakki Perver Fırka hareketi başlayınca, Halk
Partisi’nden çözülmeler, istifalar oluyor. M. Kemal, İsmet
İnönü’nün askerlikten gelme sertliğiyle insanları ürküttüğünü
düşünüyor ve çok daha yumuşak bir asker olan Fethi Okyar’ı başbakan
yapıyor. Yani İnönü, başbakanlıktan uzaklaştırılıyor.
O dönemde Atatürk’e karşı ciddi bir muhalefet mi
vardı?
Tabii. En büyük problem, başta Yunanistan, kısmen de Bulgaristan ve
Girit’ten gelen mübadiller konusunda çıkıyor. Çünkü Türkiye,
mübadeleye hazırlıksız yakalanıyor. Yunanistan, Türkiye’den gelen
mübadiller için dış krediler alırken, bizimkiler, ağızları yandığı
için dış borç istemiyorlar. Bir de o dönemde yolsuzluklar olmuş.
Güya giden 600 küsur bin kadar Rumun boşalttığı yerlere, gelen 450
bin Müslüman yerleştirecek ama ne mümkün?
Niye mümkün değil?
Rumların boşalttıkları yerlere, yerel mütegallibe çoktan el koymuş.
Rumların malı mülkü güçlü adamlar tarafından kapışılmış. Hatta o
sırada Mübadele, İmar ve İskân Vekaleti var. Onun işlemlerine ait
Meclis’te sorulan bir soru, gensoruya dönüşüyor. Terakki Perver’in
1925’te Meclis’te ortaya çıkışı da bu yolsuzluk tartışmaları
üzerinden oluyor. Kısa bir süre sonra da Genç Vilayeti’nde Şeyh
Sait adında bir Nakşibendi şeyhi ayaklanıyor.
Şeyh Sait ayaklanması irtica ayaklanması mıdır, Kürt
ayaklanması mıdır?
İkisi birarada bence. Başbakan Fethi Okyar, önlem olarak “yerel
sıkıyönetim ilan edelim ve oraya bir miktar asker kaydırmak için
bütçeye ek ödenek koyduralım” diyor. İsmet Paşa ise, “hayır
bunlarla böyle mücadele edilemez. Zaten asıl mesele sadece o
başkaldıran Kürtler değil. Asıl mesele, o havayı yaratan
İstanbul’daki soysuz aydınlardır” diyor. İsmet Paşa’nın Şeyh Sait
ayaklanmasına koyduğu teşhis bu.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yaşananlar bugün
yaşadıklarımıza ne kadar çok benziyor. Öyle değil mi?
Çok benziyor. “İstanbul’daki aydınlar ‘demokrasi’ deyip duruyorlar.
Demokrasi isterseniz, başınıza böyle ayaklanma çıkar işte” deniyor.
Böylece Kürt ayaklanması, muhalefeti tasfiye etmek için bahane
olarak kullanılıyor. İsmet Paşa’nın arzusu üzerine, 1925 mart
başında, Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılıyor.
Ne kadar sürüyor?
Kanun iki seneliğine çıkarıldı ve iki kez uzatılarak 1929’da
kaldırıldı. Bu kanun, hükümete, mahkeme kararı gerekmeksizin sonsuz
yetkiler verdi. Hükümet her örgütü kapatabiliyor, her yayını
yasaklayabiliyor ve her gazeteyi ortadan kaldırabiliyordu.
Takrir-i Sükûn döneminde neler yaşandı?
Meclis biri Diyarbakır’da, diğeri Ankara’da iki tane İstiklal
Mahkemesi kurdu. Ankara’dakinin yetki alanı bütün Türkiye oldu.
Ayaklanma Doğu’da olmuyor mu? Niye Ankara’da da mahkeme
kuruluyor?
Eee, başka yerlerde de alçaklar olabilir! Bu kanuna dayanarak,
Ahmet Emin Yalman’a varıncaya kadar, İstanbul’un belli başlı bütün
gazetecilerini toplayıp isyan bölgesine gönderiyorlar. “Demokrasi
ve özgürlük isteyerek, Şeyh Sait ayaklanmasını dolaylı olarak
desteklediler” diye gazetecileri yargılıyorlar. Bu kanun, sadece
muhalefetin canına ot tıkamakla kalmıyor, ülkedeki her türlü
özgürlüğün de canına okuyor. Takrir-i Sükûn, çok büyük bir dönüm
noktasıdır. Takrir-i Sükûn, erken Cumhuriyet açısından gerçek bir
kırılmadır. Cumhuriyet’in ilanı o kadar önemli bir şey değildir.
Ama Takrir-i Sükûn öyle mi?