Ülkemiz karışık günler yaşıyor. Bu karışık günlere
çomak sokmak amacıyla (ki bunun başka bir amacı olamaz)
akademisyenler de bu konvoya katılmış durumda.
Erdoğan’ın onları muhatap alarak yaptığı konuşmayı da bir tehdit
unsuru olarak algıladıklarını hiç çekinmeden dile getiriyorlar.
Evet, birileri tehdit ediliyor ise bunu çekinmeden söylemelidir.
Lakin kişi “Bu sözleri ne yaptım da hak ettim?” sorusunu kendine
sormalıdır muhakkak.
Akademisyenler bir açıklama yaptılar ve ülke gündemine oturmayı
başardılar. Akabinde bu ülkenin başındaki adamdan da bir cevap
aldılar. Hemen akabinde de çıkıp bir açıklama daha
yaptılar.
Ülkemizde var olan hainlerin mevcut istikrara yönelik
yapmış oldukları öfke ve nefret dolu bu tepkilerin aynısının, Tel
Aviv'deki Yahudilerin Müslümanlara yaptıklarından bir farkı
olmadığını, Türkiye'de var olan düşmanca tarafgirliğin İsrail’in
tavrından farkı olmadığını da gördük.
Bu beni şaşırtmadı.
İyi biliyoruz ki piyonların ve haçlıların derdi, etnik
duygular ya da ezilmişlik sorunu değil.
Sözümona bu duyguları masum insanlara aşılıyorlar ve masumların
ikna olmalarını sağlamaya çalışıyorlar. Sıkıntıların zuhur etmesine
sebebiyet verip, kardeşi kardeşe kırdırarak boğulmamızı seyretmek
istiyorlar.
Irkçılık dürtüleri ile parçalara bölünmemizi isteyenler
her zaman devredeler. Bu sefer de sözümona aydın olarak sahne
aldılar.
Biz bu topraklar üzerinde bütün etnik ve inanç
hakikatlerimizle asla bu yönlendirmeye aldanmayacağız.
Bu karşılığı siyasi istikrarın devam etmesi, ekonomik gücün
kimliğe bürünmesi, etnik duygularımızla barış ve huzurun devam
etmesi adına “Vatan
Bölünmez” sancısı ile devam
edeceğiz.
İçlerinden birinin kurduğu; “Bu ülkede bir devlet
varsa” cümlesinin altında yatan ise bana göre bir suçlama
ve tehdittir.
Şimdi, bu akademisyen bayana söylemek lazım, bu ülke zaten bir
devlettir. Yönetimler devlet olarak değil hükümet olarak
nitelendirilir.
Demem o ki; bilinçaltında yatan şey aslında bu devletin
varlığına bile inancı ve itimadı olmayan akılların dillerinden
çıkan aslında kalplerinde yatan şeydir…
Yine sözde aydınlardan biri; “Barış talep etmenin suç
sayıldığı korkunç günlerden geçiyoruz. Bunu aşmanın başka bir yolu
yok, ses çıkarmak zorundayız. Çok üzücü tabii
böyle bir tepkiyle karşılık verilmesi…”
Kendilerine Cumhurbaşkanı’nın tepki vermesi üzmüş zat-ı
muhteremi.
Evet, haklı da! Cumhurbaşkanı da kimmiş ki bir akademisyene
haddini bildirsin?!
Aydın geçinen bir başkasının sözü; “Yapmak istedikleri
şey insanları korkutmak ve daha az korkanları daha çok korkanlara
ıslah ettirmek. Bunu, Cumhurbaşkanı'nın da özenmiş olduğu Hitler
Almanya'sında görmüştük, Yahudileri Yahudilere öldürtmüşlerdi,
sonra kalan Yahudileri Almanlara öldürtmüşlerdi...”
Öyle bir cümle kurmuş ki; İnsanın aklı havsalası duruyor bu söz
karşısında.
O kadar doğru bir cümle ki!
Evet, Kürdü Kürde kırdırttılar yıllarca. Sonra da Kürt ve Türk
kardeşliğini ortadan kaldırarak Türk’ü Kürt’e- Kürt’ü de Türk’e
vurdurma yolunu seçtiler.
İşte tam da bu oyunu bozmak içindi Erdoğan ve etrafındakilerin
mücadelesi.
Barış isteyen akademisyenlerimiz zannımca başka bir ülkede
yaşıyorlar.
Aslında sözümona bu aydınların görüşlerini devam ettirebilmeleri
için PYD, PKK ve DAEŞ fakültelerinde eğitimlerine ivme
kazandırmaları gerekir.
Eh ne diyelim akademisyenlerimizin bilgisi insanı şaşırtacak
derecede dudak uçuklatıyor.
Gazeteci yazar Süleyman Özışık’ın Kederden
Zafere adlı kitabında dediği gibi; “Herkese
istediğini verin. Savaş isteyene savaş, barış isteyene
barış” cümlesine sonuna kadar katılıyorum.
Aydın olmak birkaç diplomayı duvara asmakla olacak iş değildir.
Bu sözümona aydınların sanırım artık çelik çomak oynamaları
gerekiyor…