Bu olana susmak insanlığa aykırı!
Abone olÖlen Mehmet’in de Mehmetçiklerin de hesabı sorulamıyor. Onları ölüme yollayan bir toplum olarak yerimizde sayıyoruz.
Radikal Gazetesi'nden Yıldırım Türker, kendisine gelen iç
paralayıcı bir mektubu bugünkü köşesinde yaraladı. Hapishanelerde
siyasi suçların maruz kaldığı kötü muamele; daha da doğrusu
işkencelere dikkat çeken mektubu okuduğunuzda boğazınız
düğümleniyor, yutkunuyorsunuz.
Türker yazısına adeta yumruk gibi başlıyor:
Zamanında ‘devlet zulmünün son mimari zaferi’
demiştik, F tipi hücrelere. Baş mimarlardan, o dönemin Adalet
Bakanı hırstan gözü dönmüş bir tur operatörü gibi F tipi
cezaevlerine toplu geziler düzenliyordu. Beyefendiliği ve
zarafetiyle kimi çinko gönüllerde taht kuran Hikmet Sami Türk,
gezdirirken “yüksek güvenlikli lüks hücreler” diye
tanıtıyordu onları.
Yeni hükümette Devlet Bakanlığına terfi eden sonraki Adalet Bakanı
Cemil Çiçek de, bir cezaevi ziyareti sırasında kendisine sorulan
bir soruya karşılık, “Cezaevi sözü içime dokunuyor. Buralar
konukevi” demişti. Her gün şefkatli devletin o
konukevlerinden mektuplar geliyordu. O cehennemlerde yaşatılanlar,
yılmadan duyurmaya çalışıyorlardı seslerini. Öldüklerinde
gazetelerde haber olamayanlar. Öldürüldüklerinde katillerinden
hesap sorulamayanlar.
18 cezaevinde 865 hükümlü ve tutuklu 2000 yılının Ekim ayında açlık
grevine başladı. Grev, 20 Kasım’da ölüm orucuna dönüştürüldü.
DEVLETİN KABA ALAYCILIĞI
Operasyona 'Hayata Dönüş' ismini vermeyi 'devletin kaba alaycığı
olarak niteleyen Radikal yazarı Türker, sözü hapishanede direnen
avukat Behiç Aşçı'ya getirdi:
19 Aralık günü, Cumhuriyet tarihinin en gözü dönmüş katliamlarından
biri gerçekleştirildi. Devlet, kaba alaycılığıyla bu operasyona,
‘Hayata Dönüş’ adını vermişti. 32 kişi
öldürülmüştü. Bu kanlı operasyona ‘katliam’
diyenler, ceza aldıklarıyla kaldı. Sonradan katliamın sorumluları
hakkında soruşturma açılacaktı.
Yedi yıl içinde ölüm orucunda, müdahaleler sonucu, intihar
saldırısı, kendini yakma ve tedavi sırasında 122 kişi hayatını
kaybetti. 600’e yakın tutuklu ve hükümlü başta wernice korsakoff
olmak üzere çeşitli hastalıklara yakalandı. Devlet, inadını
sürdürüyordu.
5 Nisan 2006’da, ‘Avukatlar Günü’nde avukat Behiç Aşçı, ölüm
orucuna yatacağını açıkladı. Onun gün günden eriyen halini
görüyorduk artık gazetelerde. Devlet, hâlâ burnundan kıl
aldırmıyordu. Sivil toplum kuruluşlarının büyük çabaları sonucu
Adalet Bakanlığı yeni bir genelge yayınladı. Sivil toplum
kuruluşlarının raporunda belirtilen önerilerin büyük çoğunluğu
kabul edilmişti. Behiç Aşçı’nın simgelediği mücadele sonuç almıştı.
Aşçı ve diğer iki eylemci, ölüm orucuna ara verip tedaviyi kabul
etti. Tecrit, kaldırılmıştı. Hükümlü ve tutuklular ortak
etkinliklere katılabilecek, sohbet amacıyla bir araya
gelebileceklerdi.
Genelgenin yayımlanma tarihi olan 22 Ocak 2007’den bu yana F tipi
cezaevlerinde neler oluyor? Adalet Bakanlığı sözlerini tuttu
mu?
Elbette hayır
Tutmadı. Behiç Aşçı mum gibi eridiğiyle kaldı. Çünkü
mahpuslara verilen sözün ağırlığı yok. Artık gündemde de değiller;
ölüm orucuna yattıklarında, devlet gözünde hiçbir değeri olmayan
hayatlarını tutup kafamıza fırlattıklarında biraz olsun mahçup
olmuştuk. Ölülerini sayıyorduk bir aralar. Artık ondan da
vazgeçtik. Görüşe gitmiyoruz nicedir.
MEHMET'İN HAZİN HİKAYESİ
Türker sözü Mehmet'in hazin hikayesine getiriyor. İşte o mektuptan
can alıcı satırlar:
Mektupları geliyor hala. Şimdi sizinle birkaç ay önce gelmiş, elime
yeni ulaşabilmiş bir mektubu paylaşacağım. Son durumları
bilelim, öğrenelim diye. Onlara, hepimize verilmiş sözleri vardı bu
devletin.
“... Size bu mektubu Kandıra 1 No’lu F Tipi Hapishanesinden
yazıyorum. Daha önce de sizlere birçok defa mektuplar yazmıştık.
Bir kez daha F tipini, tecriti anlatacağım size. Bu kez, daha
birkaç gün önce yaşanan somut bir olay üzerinden yapacağım
bunu.
Mehmet Kılınç 28 yaşındaydı. Evli ve üç çocuk babasıydı.
2005 yılında ‘yasadışı örgüte yardım ve yataklık yaptığı’
iddiasıyla tutuklanarak Kırıklar F tipi Hapishanesine konuldu. Beş
yıl boyunca hepimizin yaşadıklarını yaşadı o da. F tiplerinde neler
görüp yaşadığımızı size yıllardır yazıp anlatıyoruz zaten.
Keyfilikler, dayatmalar, hak gaspları, işkenceler... Ve Mehmet
Kılınç tahliyesine altı ay kalmışken 3 Nisan günü ‘beyin kanaması’
nedeniyle hastaneye kaldırıldı. Bir hafta boyunca ayaklarından
kelepçeyle yatağa bağlı halde yoğun bakımda kaldıktan sonra 10
Nisan’da yaşamını yitirdi.
Mehmet Kılınç’ın beyin kanaması geçirmesinin nedeni olarak
onu hastaneye götüren askerlerden biri ‘merdivenden düştü’, bir
diğeri ise ‘kafasını duvara vurarak intihar etti’ diyor. Oysa
otopsi sonuçları fazla söze gerek bırakmıyor: “kafasında alnından
itibaren arkasının tamamına yakınına kadar kafatası kırığı
belirlendi. Ayrıca beyin zarının altında ve beyinde ciddi zedelenme
olduğu, beyincikte kanama olduğu saptandı. Yine vücudun çeşitli
yerlerinde morluklar ve kesikler olduğu gözlemlendi.”
TECRİT İŞKENCELİ ÖLÜMDÜR
Hapishanedeki tecritin işkencenin bir başka olduğunu
hatırlatan yazısında birbirinden iç burkucu işkence örneklerine yer
verdi:
Yıllardır yazıyoruz. Tecrit, işkenceli ölümdür. Mehmet, işkencede
katledilen canların kaçıncısı? Son on yılda hapishanelerden kaç
tabut çıktı, hatırlıyor musunuz? On yıldır tecrit, baskı,
aşağılamalar, işkenceler, ölüm kol geziyor hapishanelerde.
Ortaya çıkan sakatlıkların, kalıcı hastalıkların hesabı tutulamıyor
artık. Ve herkes susup izliyor. İzlemiyor bile, belki de gözlerini
kaçırıyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde böylesi bir vahşetin bu kadar
sessizce seyredildiği olmamıştır. Ne kadar soğukkanlı olduğunuzun
farkında mısınız?
Şairin dediği gibi, “Ölüyor insanlarımız/ ne kadar çok... oysa
nasıl da hak etmişlerdi yaşamayı...” Daha 28 yaşında bir can. Ve
onun yolunu gözleyen üç çocuk... Sözün bittiği yerde vicdanınıza
sesleniyoruz bir kez daha. Bu katliamlara, tecrit işkencesine
sessiz kalmak, zulme ortak olmaktır. Bilip görüp de susanlar suç
ortağıdır çünkü.
Bir düşünün, tek başınıza bir hücredesiniz. Bir gün iki gün değil,
yıllar ve belki bir ömür boyu. Dost gülüşleri, sohbetler uzak ve
yasak. Ve her şey dilekçeye tabi. Insana dair hiçbir şey yok.
Her gün aşağılama, dayatma ve keyfilikler. Karşı geldiğinde yıllara
varan mektup, ziyaret yasakları, havalandırma kapısının dahi
kapatılması. Ve dahası Engin’ler, Mehmet’ler... Kendinizi o hücrede
düşünmeye devam edin ki Mehmet de o hücredeydi—. Sonra birden kapı
açılıyor. Robocop kıyafetli gardiyanlar doluşuyor içeri. Sırtınızı
dayayacağınız kimse yok. Sesinizi duyacak kimse de.
Yalnızca bir ay önce burada iki arkadaşımız da benzer bir
olay yaşadılar. Sadık Kan ve Özcan Bayram işkencelerin ardından
‘süngerli oda’ tabir edilen hücrelere kapatıldılar. Özcan yaralı
olarak hastaneye kaldırıldı. Sonra ne oldu, biliyor musunuz? Sadık
ve Özcan’a ‘hücreye koyma cezası’ verildi. Kafalarını duvara
vurarak kendilerini yaralamışlar. Tıpkı Mehmet gibi.
Kendine aydın, demokrat diyenlerin utanç verici suskunluğu altında
F tipleri işkencehanelere dönüştürüldü. Sürgünlür vb. de cabası.
Kameralar önünde demokratikleşme, açılım şovları; taş duvarlar
arkasında işkenceli ölümler. Baskı, terör, demagoji; bunun adı
nedir? Ya bu suskunluğa ne demeli? Adalet Bakanlığı’nın 22 Ocak
2007 tarihinde yayınladığı, tutsakların haftada on kişi on saat bir
araya gelebilmelerini sağlayan 45/1 sayılı genelgeyi hatırlıyor
musunuz?
Kırıklar’daki o hücrenin duvarlarında kan var şimdi. Ömrünün
baharındaki Mehmet’in kanı. Yetim kalan üç çocuğu ve eşi kanlı
gömleğine sarılıyorlar şimdi. Susmak insana aykırıdır. F tipi
hücrelerinden selamlar. Yarın ne olacağımız belli değil. Hoçakalın.
İyi çalışmalar”
Arkadaşım F tiplerinde olan bitenlerden bir örnek
yazmış.
Evet, yarın ne olacağımız belli değil.
Ölen çocukların sayısı durmadan artıyor. Bütün memleket yas
yeri.
Savaş tacirleri, şahadet simsarları avuçlarını ovuşturuyor.
Ölen Mehmet’in de Mehmetçiklerin de hesabı sorulamıyor. Bekası
uğruna
gençlerini öldüren, ölüme yollayan bir toplum olarak yerimizde
sayıyoruz.