Hep derdi büyüklerim “söz uçar yazı kalır” diye. Doğru bir cümle
olduğunu algıladığım içindir mi bilmem yazmaya öykünüyorum hep.
Aklıma gelen ve beni en derinden harekete geçiren konuları
satırlara döküp bir nebze de olsa kimlik bulmaktır derdim.
Merkezde kendimi sonrasında ülke gençliğini düşününce gece şu
düşünceler helezonundan döküldü kelimelerim.
Her kalbin bir ilk adımı, her gencin bir ilk sözü
vardır elbet!
Gençliğimizi düşürüldüğü kuyulardan çıkmasını sağlayacak ilk
kelime nedir?
İlk kıyamı ne ile hangi efsunlu cümle ile olacak?
Nasıl harekete geçireceğiz, beyninde buz tutmuş İslam
gençliğini kabz haline sokan bu acımasız yığınları da sökülüp
kopacaklar yerlerinden… Nasıl?
İlk bakışı insanın cennetin yüzeyine ve sonrasında
dünya, ilk hayreti, ilk irkilmesi ve ilk buluşması yaratılan tüm
somut ve soyut olanlarla birlikte kendisiyle...
sanki tamda bu hallerde gençliğimiz işte!
Bu günlerde en çok kendime sorduğum iki soru var, her şeyin
“Nasıl”ı ve “Neden”ini soruyorum kendime…
Korkularım nasıl geçecek?
Kalp ritmim nasıl düzene girecek?
Uykusuzluğun üstesinden nasıl gelirim?
Neden tüm bunları ben yaşadım?
Yaşadığım ağırlıkların omuzuma bindirdiği yükten nasıl
kurtulacağım?
Neden onlarca hata yapma şansım varken bu (ki bu cümleye
herkes kendi hataların yükleyebilsin diye) türlü türlü hata
yaptım?
Nasıl ve Neden?
İşte iki girdap, gençliğimizi gecenin kör kuyusuna atan ve
inleten, iki ok biri kalbimize biri aklımıza isabet eden…
Başlangıç ile bitiş arasındaki nefes alıp verişlerin
süresi kadarken ömrüm, sözcüklerimin içerisinde kendime yığınlarca
kez “Neden ve Nasıl” dedim…
İmtihan sebeplerinin benim başıma gelebilme ihtimalini göz
ardı ederek bunu yaptım sanırım…
Evet, aynen bunu yaptım. Çok güvendim kendime “ben bunları
yapmam” dedim. Belki de sadece bunu öğrenmem için yaşadım onca
şeyi.
“Hiç kimse sınanmadığı bir günahın masumu
değildir.”
Sadi-i Şirazi nasıl da güzel demiş
“Hiç kimse sınanmadığı bir günahın masumu
değildir.”
Çok mu güvenmiştim kendime? Evet, sırf bunu anlamak için
yaşamışımdır tüm bunları.
Of Allah’ım beynim kaynayan bir düşünce kazanı. Ne olurdu şu
gece kadar sakin olsa şu düşüncelerim de biraz huzur biraz sükûnet
inse şu göğsümün üzerine…
Böyle zamanlarda hep Cemil Meriç’in dediği gelir aklıma “Boş bir
çuval gibiyim” evet aynen böyleyim işte şu an, boş bir çuval…
Cumhuriyetin hemen sonrasından itibaren gençlik, sürekli
irdelenerek gündeme taşındı; gazetelerde, dergilerde ve hatta
kitaplarda bile ana kahraman oldu.
Fakat ana kahramanın gündeme taşınmaları ekseriyetle,
suçlamalardan, şikâyetlerden, utanma ve kaçınmalardan öteye
gitmedi.
Nedense çoğunluk “neden” ve “nasıl” böyle olduğuna
değinmiyor ve geleceğimizin dev meselesinin hakkaniyetle üzerinde
durmuyor.
Hassasiyet gösterdiğini söyleyenlerin çoğunluğu da işine
gelmediği için ya duymamazlıktan geliyor ya da duyulmasını bile
istemiyor.
Yaşadığım yılların hemen hepsini, boş gürültü ile özgürlük
sunan, albenisi ile gelecek kaygısını rafa kaldırtan büyülü şehir
İstanbul'da geçirdim.
Büyükşehirler gençliği biraz daha hızlı tüketiyorlar.
Genç denilebilecek yaş sınırının finalindeyim. Geleceğimin
buhranlı silueti sürekli gözümün önünde!
Yaşıtlarımdan iki kat fazla performans göstererek, gayret ve
çalışma ile görünen silueti silmek zorundayım!
Gençlik, altın değerindeki
günlerin insana sunulmuş külfetsiz nimet
dönemi.
Sınırlı ve kısıtlı bir nimet! Dinçlik ve
dinamizmle kazanılabilecek öz sermaye.
Nefsimi merkeze alarak çok rahatlıkla söyleyebilirim ki; boş
meşgaleler, zevk ve eğlence ile masiva hedefe oturtulduğunda kaçan
fırsata hayıflanmaktan başka elimizde bir şey kalmaz.